Her şehir birkaç insandan ibarettir aslında, sizin için.Peki orta Anadolu’nun ortasındaki Yozgat nedir sizin için, kimdir, kimlerdir?
Benim için üç kişidir Yozgat; evvelâ otuz yıllık dostum ağabeyim aklına bilgisine muhakemesine en çok güvendiğim insan Hamza Tekin Hocaefendi’dir. Sorgun Araplı Köyü’ndendir hazret. Tek gün okula gitmemiş, tek gün modern tedrisatta okumamış, tek gün kara tahta görmemiş bir âlimimizdir o. Mektep değil medrese mezunudur. İstanbul’da Gümülcineli Musta’fendi’de okumuştur. Fıkıh kelam hadis tefsir… hepsini yutmuş, sonra da hepsini tatile göndermiş adamdır. Aydınlık apaydınlık bir aklı, bir zihni, bir kalbi vardır onun. Şairdir de hem. Bakmayın benden on beş yaş büyük olduğuna, iyi arkadaşımdır. Şakaları da zariftir, kendinden yakınmaları da. Gösterişsiz, olduğu gibi, mert, sözünün eri adamdır. ‘Kur’an’da heykele cevaz vardır, işte şu ayette’ diyen adamdır da. Babamın cenazesini kaldırmıştır. Vasiyetimdir; ondan önce ölürsem, söz verdi, o kaldıracak cenazemi. Sesi sözü yüzü Yozgat’tır onun. Sözünü ‘kitabın tam ortasından’ söyler. Az öz düz konuşur.
Fıkıhtan anladığı kadar hayattan da anlar, siyasetten anladığı kadar psikolojiden de; tarih kadar edebiyatta bilir. Türkü de sever ilahi de. ‘Çamlığın başında tüter bir tütün / Acı çekmeyenin yüreği bütün’ en çok onundur, en çok onadır, en çok oncadır, her Yozgatlıda olduğu gibi.
Sonra Allah’ım, ‘ahuy’umu (Mardin Türkçesinde ‘kardeşim’ demek) çıkarttı 2001’de karşıma, yani Hasan Duruer’i. Sapanca Kaymakamı’ydı o günlerde. Sonra Mardin ve Edirne Valilikleri yaptı. Bu millet bu bayrak bu ezanlar için harika işler ve hizmetler üretmek/gerçekleştirmek nasip oldu birlikte. Şükür vesilesi sayarım onları.
Onun Balkan Danışmanıyken, bir haftalık Bulgaristan çalışmalarımdan dönüşümde, Edirne Valisi makamında oturuyordu, kucaklaştık. ‘Bak Malkoçoğlu’ dedi bana -Balkanlar’da kelle koltukta çalıştığımdan olmalı, sık sık öyle hitap ederdi sağ olsun bana-: ‘Şükürler olsun Cenabı Hakk’a ki, seni ve beni, Edirne’nin ve Balkanlar’ın hizmetinde istihdam ediyor…’ Hasan Duruer tek cümleyle budur işte: Edeptir, tevazudur, hizmet ve hikmet adamıdır. Aklı selim, kalbi selim, zevki selim adamdır. Merttir. Mert olduğu kadar da serttir. Çünkü o Yozgat’tır, Yozgatlıdır, Yozgatçadır. Manifaturacı Durak Amca’nın tek oğludur. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirmiştir. Önünde üç seçeneği vardır: Avukatlık, hakim-savcılık, kaymakamlık. Yozgatlı bir Allah Dostu’na fikir sorar; ‘Siz bilirsiniz ama, kaymakamlığı tercih etseniz daha güzel olacak inşallah. Valilikler de yapacaksınız hem’ cevabını alır, hayır duayla birlikte. Öyle de olur. Çapanoğlu Ailesi’ne damat da olacaktır sonraları. Kılı kırk yaran, tek kuruş haram yedirtmeyen, çalmayan çaldırtmayan, bu yüzden de başına gelmedik kalmayan, bundan da hiç şikâyet etmeyen gerçek bir vatanperverdir Hasan Duruer. Resmiyette danışmanıydım, hakikatte kardeşi. Eskilerin tabiriylemusahabe yani sohbet arkadaşıydım. Musahibiydim yani.
Beni Yozgatsever yapan üçüncü şahıs ise, ‘Son İstanbullu’ Ahmet Güner Sayar Ağabeyimdir. Hani şu Yozgatlı Kadı Yusuf Bahri Efendi’nin kızından ‘biricik torunu’, şair romancı Abbas Sayar’ın‘biricik oğlu’ iktisat profesörü, biyografi yazarı Ahmet Güner Sayar. Ne kadar gerçek İstanbulluysa, ne kadar Ordinaryüs Profesör Doktor Süheyl Ünver’in ‘nüfusa kaydettirmediği manevi oğlu’ysa da, genetiğiyle karakteriyle bir o kadar da gerçek Yozgatlıdır. Mertliği, sözünün erliği, gösterişsizliği bunun en basit delilidir. Âlim, ârif, âbit adamdır Ahmet Ağbi.
Hamza Tekin ‘Hocam’ yüzünden hep uzaktan sevdim Yozgat’ı; ‘Ahuyum’ Hasan Duruer yüzünden hep uzaktan sevdim Yozgat’ı; ‘Ağbim’ Ahmet Güner Sayar yüzünden hep uzaktan sevdim Yozgat’ı; biliyordum, bir gün kavuşacağız Yozgat ile. Biliyordum, hiç şaşırmayacaktım; bu üç dostum gibiydi; onların sözü yüzü özü gibi sakin, gösterişsiz mert insanlar diyarı olabilirdi ancak Yozgat.
Üç tarafı dağlarla çevrili bir vadinin içinde ‘Dersini almış da ezber eden’lerinşehri olabilirdi Yozgat ancak; acılarını sevinçlerini, yazları hem tene hem gönüllere serinlik katan Çamlık üzerinden ağıtlar yakarak anlatabilirdi Yozgatlı ancak:
‘Çamlığın başında tüter bir tütün, Acı çekmeyenin yüreği bütün, Ziya’mın atını pazara çekin, Gelen geçen Ziya’m ölmüş desinler’
Yıllar sonra bu şifahî Yozgat sevgisi, ‘vicahîye çevrildi bende, geçenlerde Yozgat Valiliği’nin öncülüğünde, Yozgat Belediyesi, Bozok Üniversitesi ve TYB’nin ortaklaşa düzenlemiş olduğu Necip Fazıl Sempozyumu vesilesiyle. Çok da iyi oldu. Necip Fazıl ‘bilinmez meşhur’umuzdur bizim. Tıpkı Yozgat gibi. Ne de yakıştı Yozgat’a, yüz yirmi bilim adamının, şair – yazar olarak Necip Fazıl hakkında hazırlamış olduğumuz tebliğler.Ne de örtüştü Necip Fazıl Yozgat’la. Yakın dostu arkadaşı Abbas Sayar, orada bir mezarlıkta yatmıyor muydu zaten: Onun ‘Saf çocuğu masum Anadolu’nun / Divanesi ikimiz kaldık Allah Yolu’nun’ dizeleri, Sakarya nehri kadar, Yozgat’ın içerisinden akan çay için de değil miydi.
Kadim dostum Mehmet Şeker’le birlikte yola revan olmuştuk; şehrin girişindeki tepede yan yana dizilmiş ve dikilmiş on dört Türk bayrağı ‘hoş geldiniz’ diyerek karşıladı, alnımızdan öperek bizi. Pejmürde, plansız, derme çatma, bina yığınıydı belki Yozgat; el-hak doğruydu, ama hangi yeni şehrimiz böyle değildi ki. Aydınlarımız, ülke yöneticilerimiz, şehir ileri gelenlerimiz, Necip Fazıl’ın diliyle ‘güdücüler’ neyi iyi göstermişti anlatmıştı kararlaştırmıştı da ‘garip Anadolu halkı’ yanlış yapmıştı.
Valisi Kemal Yurtnaç’la kucaklaştık. Eğitim seferberliği başlatmış bu onurlu vilayette. Kitap diyor, gençlik diyor, ufuk diyor. İstikbal diyor, Âkif diyor, Necip Fazıl Yılı diyor, millet diyor. Proje diyor, gençlik diyor, kütüphane diyor. Bir önceki görevinden tanır severim kendisini. Belediye Başkanı Kazım Bey ile el ele, gönül gönüleYozgat’a çıta yükseltmek için gecesini gündüzüne katmış bir vali Kemal Bey; ne güzel…Çok şanslı garip Yozgatlım.
Sonra Yozgat Ulu Camii, namı diğer Çapanoğlu Camii karşıladı bizi; sardı sarmaladı adeta. Bazen bir aile bir şehir demektir Anadolu’da; âyan aileleridir bunlar. Çapanoğulları da onlardandır. Seveni de sevmeyenibol olsa da, Yozgat biraz da Çapanoğlu Ailesi demekti.
Yemek için yol sorduk, lokanta sorduk bir esnafa şehir merkezinde. Adı Ali’ydi. Küçük esnaftı, belliydi. Önce yol gösterdi, sonra da peşimizden gelip tutturdu: ‘Siz yabancısınız, size Kuyu Kebabını ben ısmarlayacağım!’ Yozgat tam da buydu işte; küçüktü şehir ama ruhu ruhaniyeti büyüktü şeksiz şüphesiz.
Hastane Caddesinden ana caddeye (zaten merkezdeki tek büyük-şehirlerarası caddesi) çıkarken kırmızı ışıkta bekliyorduk. Sağda demir parmaklıklara yaslanmış orta yaşlı, hüzün yumağı bakışlı bir hanım ilişti gözüme. Çok muhtaçtı ama dilenmiyordu. Göz göze gelince anladım, o da anladı anladığımı. Kalktı zorlukla, bize yaklaştı ama avuç açmadan. ‘Hâlden anlayan anlar, gerisi gam değil’ sözleri okunuyordu yumuk, kısık gözlerinden. Hüzün sağanağında daha fazla ıslanmamak için yüzümü çevirdim, gereğini yaptım sadece. Buydu Yozgat işte. Tam da buydu. Muhtaçlarının bile dilenmediği şehrin adıydı Yozgat.
Zaten yolda da görmüştük bir kavuncu tezgâhında: ‘İyi kavun karşıda.’ Digergamlığın, açık sözlülüğün, dürüstlüğün de timsaliydi bu şehir.
Çamlık’a çıktık sonra Mehmet Şeker’le. ‘Tütün tüttürdü’ o, ben nefes aldım, meşhur türkü eşliğinde. Soğuktu Çamlık ama içimiz sımsıcaktı. Bu ‘sakin ama candan insanlar’ şehri, bize gülümsüyor, el sallıyordu aşağıdan. Sonra aşağıya Hastane Caddesi’ne indik. Evetevet, İncir ağacı vardı hastane önünde. Doğruydu. Türküler doğru söylüyordu. Buram buram hüzün kokan türkü, öyle demiyor muydu zaten:
Hastane önünde incir ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı
Baştabip geliyor zehirden acı
Garip kaldım yüreğime dert oldu
Ellerin vatanı bana yurt oldu
Mezarımı kazın bayıra düze
Yönünü çevirin sıladan yüze
Benden selam söylen sevdiğimize
Başını koysun karalar bağlasın
Gurbet elde kaldım diye ağlasın
Sonra adı Yozgat kadar derin, Yozgat kadar ruhani, Yozgat kadar değerli Şeyhoğlu Camii selâmladı bizi. Tevazu da edep de samimiyet de vardı bu selâmda. Lebalep üstelik. AŞK Vakfı Kütüphanesi göz kırptı bize. Aşk şehriydi Yozgat. AŞK yani Ahmet Şevki Ergin şehri. Namı diğer Ahmet Efendi şehri. Merhumun oğlu Şakir Ağbi’ye tanıttım kendimi: ‘Hamza Tekin’in öğrencisi, Ahmet Güner Sayar’ın kardeşi, Hasan Duruer’inyakın dostuyum’; ‘yeterli, fazlaya bile geçtin’ sözleriyle kucakladı beni ve yol arkadaşımı.
Yüz yılın bin yılın kadim bir medeniyetin tınısı vardı sesinde; doğallığı, safiyeti, onuru vardı. Emekli bir akademisyendi. Eski bir milletvekiliydi. Ama o her şeyden önce, hâl ve kâlibir’leştirmiş, öyle konuşuyordu. Şairler Mustafa Özçelik, Mehmet Şeker, Selçuk Küpçük, hikâyeci Mustafa Çiftçi ve bendeniz, dört saat nefes almadan göz kırpmadan dinledik Şakir Ağbi’nin sohbetini. Ayrılırken itiraf ettik hepimiz bir ağızdan: ‘Doyamadık!..’
Ali Şakir Ergin Yozgat’tı. Yozgatlıydı. Yozgatça’ydı. Bir insan bazen şehirdi. O insan Şakir Ağbi’ydi şimdilerde, bildik! Ve bir şeye daha karar verdik: Yozgat biraz da Cumhurbaşkanımızın elinden yılın hikâyecisi ödülünü alırken ‘ödülümü bidenecik Hüseyin gardaşıma armağan ediyorum’ diyen Yazar Mustafa Çiftçi’ydi bizler için.
Evet; Hamza Tekin’lerin, Hasan Duruer’lerin, Ali Şakir Ergin’lerin şehriydi Yozgat.
Evet; Hamza’lar, Hasan’lar, Şakir’ler şehriydi o.
Hamza’ların yani yiğitlerin,Hasan’ların yani iyiler ve iyiliklerin, Şakir’lerin yani şükredenlerin şehriydi, evet.
Parmak çöreği arası tulum peyniri yemek demekti Yozgat, tavşan kanı çaylar eşliğinde. Fakir, bakir ama o oranda da yiğit şehirdi.
Muhabbetin, tevazuun, gösterişsizliğin şehriydi zira. Doğruydu: ‘Havası sert, insanı mert’ şehirdi, evet.
Yozgat; Hamzalar Hasanlar Şakirler şehri.