Bazı anların hatırası, tadını koca bir ömre yayıyor. Ahşap eski bir kapı, ilk adımımla tenimi tutan ılık bir serinlik… Başımın üstünde, eski insanların göklere yakın maneviyatına ispat yüksek bir çatı altı… Tahta merdivenlerin bitimiyle başlayan ikinci kat…
Serin taş zeminin ağırladığı ilk anın eşiğindeyim. Üst katın camlarından ve tahta boşluklarından sızan gün ışığı gözlerimde, ben eşikte…
Seferberlik döneminin adaletsizliğine uğramış yarı sahipsiz bir Türk-Rum köyündeyim. Evlerin arasında dolaştığımı hayal meyal hatırlıyorum. Virane, yarı açık bir kapının ötesinde yer yer renkli, resmedilmiş ince bir Rum ustalığı duvarlarda gezinmekte… Çocukluk iyi görüntülere gebe olmalı, hep derim. Ama eşiğinde olduğum ev bir Rum evi değil. Yörük geçmişli bir Türk evi burası. İki, üç adım attım da ilk basamağı buldu küçük ayaklarım; sırasıyla üç, dört…
Loş ılıklık önce gözlerime, ardından yaşama açık tüm duyularıma değiyor sırasıyla. Mucize, sesi ve görüntüsüyle algılarıma ulaşıyor. Belleğim bu anı, çocuk anılarımın en unutulmazı diye yüreğime taşıyor. Unutmamak için hiç çaba sarf etmedim inanın. Ne zaman huzur arasa aklım, ne zaman sessiz bir resitale ihtiyaç duysa kulaklarım ve ne zaman müphem bir aydınlığa bakmak istese gözlerim, dut yapraklarının yeşilinde sakin bir uyumla kıpırdanan ipek böceklerini davet ettim evime. Yüzlercesinin, yeşilin üstüne bıraktıkları hikâyeyi dinledim tekrar tekrar. Hangi hikâye yazarı, eserini salt varlığından ibaret bir mucize ile böylesine sakin anlatabilirdi ki?
Doğayı her zaman en üstün anlatıcı olarak görmüşümdür; çocuk yaşımın, gizem ve hayranlık ile ilk tanışmasıydı bu. Müthiş bir hikâyenin orta yerine, anlatıcının varlığına şahitlik ederek dâhil olmuştum.
Çok sonraları öğrendim ki dört-beş yaşlarının gelişmiş ipek böceği evresine denk gelmişim. Ortalama dört gün uyuyarak istirahat ettiği ve gömlek değiştirmeden önceki son yemlenme evresi imiş bu dönem. Ne çok isterdim; onların askıya çıkma, ardından koza olma maceralarını da görebilmeyi. Çocukluk en çok maceraları sever. Ne çok isterdim, toplanan kozaların kendi haline bırakıldıktan bir müddet sonra, krizalit kelebekler olarak hayata yeniden katılışına, çocuk kanatlarımla eşlik edebilmeyi. Çocukluk, kelebek misali olmayı sever bir de…
Kelebek misali olmak?
Ah anneler! Keşke evlatlarının yarım yamalak deneyimlerine, tanıklıklarına daha bir farkında olabilseler. Keşke hayat, annelerin kanatlarını da bir kelebeğin kanatları gibi yüksüz kılabilse ya da…
Hayatıma boylu boyunca yerleşen küçücük bir anın, bu mucizevi var olma hikâyesinin sırrını şu günlerde fısıldadım kendime.
Ömrümüz akıp giderken, her birimiz askıya çıkan ipek böcekleri gibiyiz. Bir şeyi arar gibi başlarını kaldıran, pupa devresinin önce süt beyazı-şeffaf; sonrasında kahverengi ve nihayetinde sertleşen, matlaşan, kaçınılmaz bir hâl ile kendisini kozasına hapseden birer ipek böceği…
Her yenilgi, her zafer, her gönül kırıklığı on sekiz- yirmi gün içinde kozasını delip de çıkan krizalit kelebek misali, bizleri de biteviye hayata katmıyor mu?