Bulgaristan Türkleri ‘fotoğraf yapalım’ derler, fotoğraf çektirme eylemine. Fotoğraf yapmak. Çekmek ve yapmak. Burgazlı Latif mesela on kere bana, ‘Farabi, bi fotoğraf yapalım mı beraber?’ demiştir. Hayat böyle bir şey. Bazen çok önemli bir ayrıma, bir tanımın ayırdına, hayatın basit bir akışında rastlayabiliyorsunuz. Ne hoş (Tıpkı kırk küsur tanımı olan, benim de mesleğim olan endüstri mühendisliğinin en güzel izahına, yıllar sonra Yunus’un işi kolay kılalım dizesinde rastlayıp sevinçten havalara uçtuğum gibi).
Elinde fotoğraf makinesi olan basıyor düğmeye, çat fotoğraf çekiyor. Bazen bir anı fotoğrafı bu, bazen bir gol, bazen bir kutlama. Belge niteliği taşıyor. Çat çat. Bu çekilen bir şey. Sıradan, herkesin çektiği. Bir de fotoğraf yapmak var. Resim gibi. Kadraj, altın oran, ögelerin yerleşimi, 1/3’ler, 1/5’ler, 1/7’ler, yalama ışık, kabak ışık, ters ışık, filtreler… Bunları yerli yerinde kullanarak çektiğinizde ise -tövbe haşa, çekmediniz- fotoğraf yaptınız diyeyim ben size.
Bunun adı fotoğraf sanatıdır artık. Sizin de adınız İbrahim Zaman. Hiç itiraz etmeyin. Bir fotoğrafçı (çeken) iken, Othmar Pferschy’nin bir Türkiye albümünü görecek ve çarpılacaktır. Ve işte o gün, o an, fotoğraf çekmekten vazgeçip fotoğraf yapmaya karar verecektir. Büyük de bir şansı vardır, yanı başında bir usta yaşamaktadır: Hüsnü Gürsel. Ondan hem fotoğraf sanatı dersleri alacaktır, usta-çırak ilişkisiyle, hem de hayat. Zaman’ın ‘O benim meşalemdi. Kendisinden birçok hususta insanî, sanatsal, dürüstlük ve duruş dersleri aldım.’ dediği büyük usta Hüsnü Gürsel.
Yakın Dostları: Hüsnü Gürsel, Sabit Kalfagil, İzzet Keribar, Güler Ertan, Gültekin Çizgen
Bir ömür geçimini fotoğraftan sağlar İbrahim Zaman; Foto Zaman (Adapazarı’nda, üç ortak), Foto Saray (Adapazarı’nda, beş yıl), ve 1967 Adapazarı depreminde evi ve stüdyosu yıkılınca İstanbul’a yerleşip Bakırköy’de açtığı yine aynı isimli stüdyosu Foto Saray ile.
En sık görüştüğünüz beş kişinin ortalamasısınız, diye bir söz vardır. Elhak doğrudur. Ben de inanırım buna. Ömrü boyunca İbrahim Zaman’ın en sık görüştüğü beş kadim dostu: Prof. Dr. Sabit Kalfagil, İzzet Keribar, Hüsnü Gürsel, Prof. Dr. Güler Ertan ve Gültekin Çizgen. Bu beş ismin ortak paydası da Türkiye’nin en değerli fotoğraf sanatçısı olmaları. İşte İbrahim Zaman, budur.
Türkiye’de ulusal-uluslararası en çok ödül alan sanatçı İbrahim Zaman’dır, dense yeridir. En çok albümü yayımlanan, en çok sanat sergisi açan, en çok bienale katılan sanatçı odur, dense doğrudur. Bir istatistik tutulsa, yüzde 99 ihtimalle birinci o olacaktır. Her iddiasına da varız.
Biz kendisini duyardık, bilirdik. Hüsnü Hoca’dan dinlerdik. Hatta ‘Ben köylü avcıyımdır, her atışta düşürmeye çalışırım. İbrahim (Zaman) ise şehirli avcıdır, bir kuş (fotoğraf) için rahatlıkla beş kare harcar.’ sözü de hâlâ kulaklarımızdadır. Ama kendisiyle şerefyab oluşumuz, Cumhuriyetimizin 75. Yılında, yani 1998’de Adapazarı’nda Canım Türkiye’m adlı albümünün sergisi vesilesiyledir. Hüsnü Hoca tanıştırmıştı: ‘İbrahim, belediye kültür müdürü Fahri Tuna; Fahri, İbrahim Abi’n!’ O gün bugün abi kardeşiz İbrahim Abi’yle. Tam yirmi altı yıl geçmiş o günden bu yana. Dolu dolu.
Kılı Kırk Yaran Tütüz, Müşkülpesent, Yenilikçi, Kaprissiz Bir Gönül Adamı
Konuşmadığımız ay, görüşmediğimiz sene, buluşmadığımız sergi yoktur. Taksim Sanat Galerisi’nden CRR’ye, Balıkesir Akçay Festivali’nden Bakırköy Yunus Emre Sanat Galerisi’ne. Adapazarı’ndaki sergi, dia gösterisi, söyleşileri saymıyorum zaten. Onların müdavimiyiz. Düzenlediğim her akademiye (GAP, Edirne, Çankırı, Rumeli, Akhisar, Mardin, Bolu, Kocaeli, Bilecik) hiçbir davetimi kırmayarak, şeksiz şüphesiz katılmış, hem beni hem öğrencileri hem de fotoğraf sanatına gönül verenleri mutlu etmiştir.
O bir gönül insanıdır. Titizdir evet. Müşkülpesenttir, evet. Kılı kırk yarar, evet. Ama gönülsüz kibirsiz, cakasız tafrasız adamdır. Kaprisi zinhar yoktur.
Seksen sekiz yaşındaki delikanlıdır o. Hâlâ her gün yenilik peşindedir, sanatında. Her sergisi, bir öncekinden farklı, bir öncekinden yeni, bir öncekinden ileridir. Fotoğraf benim yaşam biçimimdir, sözü ona ait zaten.
O zaten daima ileridir, ilerdedir, ilericidir.
Candır, candandır, canandır.
Konya’dan Mardin’e, Akhisar’dan Edirne’ye, Blgaristan’dan Prizren’e Onlarca Güzel Yol Arkadaşlığı
130 bin kelimelik Türkçe Lügatimizin, bana göre tabii ki en güzel iki sözcüğü vefa ve dosttur. Bu iki kavramı çıkarın sözlükten, bir laf salatasına dönüşecektir. İşte İbrahim Zaman, dost ve vefa sözcüklerini, yeryüzündeki yaşayan ve yaşatan, müşekkel (şekilleşmiş), müheykel (heykelleşmiş), mücessem (cisimleşmiş) hâlidir. Bihakkın hem de. Tam da budur.
17 Ağustos 1999 Depremi sonrasındaki hafta. Sağlam zeminde altı yıldır yapmaya çalıştığım, o güne dek yüzde seksen tamamlanmış evimi bitirip içine girebilmemiz için bir miktar borca ihtiyacım var. Herkes zor durumda, kimseden de istemeye niyetim yok. Kara kara düşünüyorum, ne yapacağım diye. Hiç unutmam bir Cuma günü İbrahim Abi çıkageldi, ‘Fahriciğim, canım; ihtiyacın vardır, şunu al. Ne zaman elin rahatlarsa iade edersin.’ diyerek bir zarf soktu cebime. Çok teşekkür ettim. Vedalaştıktan sonra bir de saydım ki 10.000 dolar. Tam da evime girmek için lâzım olan miktar. Nasıl sevindim bilemezsiniz. Demek ki Hızır, İbrahim Zaman olarak görünmüştü bu sefer bana (Hikâyenin gerisini merak ediyorsanız, anlatayım: O parayla natamam inşaatı hızla tamamlayıp 1 Kasım’da evimize kavuştuk. Sonra da her ay 300 dolar şeklinde hesabına ödeme yaparak yaklaşık üç senede borcumu tamamladım. Arada ondan, ‘Canım, daha bitmedi mi yahu? Ne parası ödüyorsun daha sen bana? Yeter ödeme artık’ fırçalarını yiye yiye).
Çok seyahatlerimiz oldu birlikte. Konya’ya, Akhisar’a, Mardin’e, Edirne’ye, bütün bir Bulgaristan’a, ta Prizren’e. Anılarımız en az bir kitap olur. Birbirinden renkli. İki şaşkınlığını hiç unutamam: 2011 Kasım ayı. Biz Türkiye Yazarlar Birliği olarak, Türk dünyasından ellinin üzerinde şair ve yazar, Kosova Prizren’de, Türkçenin Şiir Şöleni’ndeyiz. Üç günlük program. İlk gün, açılış Akdere kıyısındaki Yunus Emre Enstitüsü salonunda. Açılış konuşmalarında bir ara hava almaya dışarı çıktım. Tekrar içeri gireceğim. Aaa, o da ne? İbrahim Abi, eli ayağı gözü gibi vücudundan adeta bir parça olan objektifi elinde, kapıda fotoğraf çekmeye çalışıyor. Arkadan usulca yaklaşıp omuzuna dokundum. Döndü, baktı, inanamadı. Gözlüklerinin arkasından baktı, yok, gözlüklerini çıkardı baktı, ıııh. Şaşkınlık diz boyu. Hatta Akdere boyu. ‘Aman Allah’ım. Rüya mı bu Fahri, senin burada ne işin var?’ sözleri döküldü dilinden. Şaşkınlığını biraz üstünden atınca, bana hasretle bir sarılışı vardı ki ancak cennette buluştuğumuzda sarılacağımız türden. İlerleyen saatlerde ona gül kokulu şehri gezdirdim. İkinci şaşkınlığını ise Halveti Tekkesi’nde yaşadı o gün. Teççenin şeyhi (Prizren Türkçesinde tekkeye teççe diyorlar) Abidin Şehu dostumla, en az üç asırlık tarih kokulu tekkedeki zikir salonundaki sedirde sohbet ediyoruz. İbrahim Abi de yanımızda. O sırada müritler tam bir törensel ritüelle salona girip çıkıyorlar. Sanki bizim şeyh dostumuz padişahmışçasına ihtiram, hürmet, elpençe divan duruş. Geri geriye çıkarak odayı terk edişler. Ben defalarca gelip gittiğim için alışkınım bu görüntülere ama İbrahim Abi’nin şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılmış vaziyette. Kahveler geliyor, Adapazarı’ndan getirdiğim Gülseven’in güllü lokumunu ikram ediyorum ben de. İbrahim Abi hem mutlu hem şaşkın. Ziyaret sona erip vedalaşıyoruz. Çıkınca da gördüklerine inanamamış ses tonuyla hayretini gizleyemiyor: ‘Yahu Fahri, müritler adama Kuveyt Sultanı gibi hürmet ederken, sen asker arkadaşı muamelesi yapıyorsun. Sen ne yaman adamsın!’ Ben de ‘Estağfurullah abi. İçimden geldiği gibi davranıyorum ben. Arkadaşım o benim, şeyhim değil ki…’ diye cevap veriyorum, gülüşüyoruz.
Bunun gibi onlarca, yüzlerce hatıramız vardır onunla.
Oğlumla gelinimi Bodrum’da balayında ağırlayan, kızımın düğününde Şair Nurullah Genç ile birlikte nefis konuşmasıyla gönülleri fetheden can dosttur o.
75 Ülkeyi Gezip İyiyi Güzeli, Estetiği Belgeledi, Bizlere Gösterdi
Objektifiyle baktı dünyaya bir ömür. İyiyi, güzeli, estetiği gördü hep.
Yetmiş beş ülkeyi dolaşan bir dünyalı o. Bir seyyah. Bir sanat seyyahı. Mevlana’nın Adapazarlısı: Bir ayağı İstanbul’da sabit, diğer ayağıyla dünyayı dolaşıp ayağımıza getiren adam! Evliya Çelebi’yle akraba, Mevlana’yla hemdost, Atatürk’le yoldaştır.
Seksen sekiz yıllık ömrünün yarısı fotoğraf peşinde, kalan yarısı hayır kurumlarının toplantılarında geçti. Büyük sanatçılığı kadar gerçek bir merhamet abidesidir de.
Elli yıldır koynunda yaşadığı güzeller güzeli İstanbul için, ‘Buruk bir şiirdir İstanbul; onla da olmuyor onsuz da!’ diyor.
Hücrelerine kadar insan sevgisi ile doludur; vedası da sevgiyle kalın, şeklindedir. Can insandır; en sık kullandığı kelimesi de canım’dır zaten.
Bir mekânda İbrahim Zaman varsa, bilin ki orada neşe vardır, hayat vardır, estetik vardır; hayatı dolu dolu yaşar.
Çevresine ışık ve hayat saçan adam o.
Işıkla şiirler yazan fotoğrafçımız.