Portre / Fahri Tuna                                                                                                                                           

Yozgatlı Dedem Korkut.

Biz uzmanı yazar. Bizce yazıyor.

Derdi de dermanı da içinde barındıran öykülerin adamı.

Cakasız fiyakasız adam. Kendisi gibi. Gibi fazla. ta kendisi.

İsmini duyuyordum. Ama onu ilk görüşüm ve sevişim, televizyonda bir ödül törenindeki sözü nedeniyledir. 3. Necip Fazıl İlk Eser Ödülü’nü (2016) alıyordu, genç öykücü, derslik bir konuşmaydı gerçekten: Anadolu’nun bağrından, Yozgat’tan geliyorum. Yozgat’tan size ağzı dualı dedelerin, erik gözlü bebelerin, salkım söğütlerin, buz gibi çeşmelerin ve serçelerin selâmını getirdim. Ödülümü canım, ruhum, sevdam, Leyla’m, biricik anneme; üzerimizden gölgesi eksilmesin diye duacı olduğum babama; Yozgat tabiriyle söylersek ‘bidenecik gardaşım Hüseyin’e; hayat arkadaşım, yoldaşım Songül Hanım’a; gözümün kökü oğlum Ahmet Celal’e ve anamın adı ağzımın tadı olan kızım Leyla’ya; ana ocağım, baba yurdum Yozgat’a ithaf ediyorum.     

İşte onu o gün, oracıkta seviverdim. Yüreğime işlemişti. (O günden sonra ayda bir gitmeye çalıştığım anneme -ki hakkında Rafinge diye bir yazım da vardır- on beş günde bir el öpmeye karar verdim, vefatına kadar sonraki beş sene de uygulamaya çalıştım.)

Sonra kısmet oldu, 1 Mart 2017’de, yine aylardan Necip Fazıl’dı, NFK Sempozyumu için Yozgat’taydık, aziz dostum Mehmet Şeker ile birlikte, bizi programdan arta kala zamanlarda -kaçıp nefes aldığımız zamanlarda mı desek- hep Mustafa Çiftçi gezdirdi. O iki günlük Yozgat seyahatimden geriye üç şey kalmıştı: Ahmet Efendi’nin mahdumu Şakir Abi’nin doyumsuz muhabbeti, sımsıcak parmak çörek, tulum peyniri ve tavşankanı çayla yediğimiz eşsiz Yozgat kahvaltısı, bir de Mustafa Çiftçi’nin tekellüfsüz, tereddütsüz, terennümsüz insan sevgisi/misafire hürmeti.

Anladım. İman ettim o gün: Yozgat tümüyle Mustafa Çiftçi’den ibarettir, Mustafa Çiftçi de iliklerine kadar Yozgat’tan.

Not: 2023 Ekiminde TYB Genel Merkezi’nin kırk şair ve yazarlık “Ankara’dan Ardahan’a Kültür Kervanı” ile yol üstü bir saatliğine uğradığımızda, Mustafa Çiftçi’nin ve eşinin güzel bir Yozgat konağında muhteşem lezzet ve kalp sıcaklığındaki ikramlarını, bizi içten kucaklayışlarını nasıl unutabiliriz. Ölsem gözümün önünden gitmez.

Çok güzel konuşan, çok güzel yazan adamlar tanıdım. D. Mehmet Doğan gibi, Hilmi Yavuz gibi, Ahmet Güner Sayar gibi, Cihat Zafer gibi. Hepsinin dostluğuyla müftehirim. Ama o konuşurken Dedem Korkut, çağları aşıp gelmiş de Yozgat’ça anlatıyormuş gibi hissediyorsunuz. Yok yahu, yaşıyorsunuz.

Yozgatlı Dedem Korkut. Yozgatlı Dedem Mustafa.

Dedem Kokut demem boşuna değil. İşe dedesini dinlemekle başlamış. Doksan altı yıl yaşayan dedesini. Dedemin anlattığı her şeyi bir bir hatırlıyorum, diyor. Dayısı teyzeleri hatırlamıyormuş. Onlara da anlatmıştır elbette. Ama onların hatırladıkları hiçbir şey yokmuş. Mustafa, gördüğü ve dinlediği her şeyi, sütbeyaz bir kâğıda -siz buna sütbeyaz hafızaya anlayın lütfen- sonra da peynir kaşar, yoğurt, lor haline getirip ağızlarımızı lezzetlendiriyor zahir.  

Mustafa. Mustafa’m. Mustafa’mız. O benim senin onun değil, hepimizin Mustafa’sı. Türkiye’nin, Türkçenin Mustafa’sı. Böyle bilinsin.

Derdi de dermanı da bir arada öyküler yazıyor.

Yazdığı onun öyküleri değil. Hepimizin öyküleri. Bizi yazdığı için, seviliyor okunuyor izleniyor bu kadar, diyeyim size. Bizce adam. Bizci adam. Bizle adam.

Çok âşık olan adam tanıdım hayatımda. Hep başkalarına. Anasına âşık bir tek adam tanıdım, o da Mustafa Çiftçi’dir. Leyla’sı anası olan adam. Bu cümleler de ona ait: Ben annekoliğimdir. Marazi şekilde annemi seviyordum. Benim kariyerim annemi sevmektir. Annemi 2017’de kaybettim. Şimdi şikâyet olmasın ama annesiz olmak, nefes alamamak gibi bir şey benim için.

Merak merak merak. Küçüklüğünden beri merak, hikâye merakı, hikâyeler merakı yazar yaptı onu biraz da. Hikâye merakı zamanla sinema merakına dönüştü. Akrabalar ya zaten.

Rafine yürek, rafine kalem, rafine kelam.

Her iyi yürekli insan gibi, modernitenin karşısında, geleneğin yanında. Ne yanındası, içinde, ta orta yerinde. Esnafa, dükkâna aşina, AVM’ye kafeye ırak. Ona da yakışan bu değil mi zaten?

Adamın kitaplarının adına bak yahu; Neşet Ertaş bozlak çığırıyor sanki. Fonda aydosssssssss. Kendisinin gara düzen koydum dediği isimler: Kalfa Uykusu, Enişte Risalesi, Yengeler Cumhuriyeti, Ah Mercimeğim, Bozkırda 66.  İzin verin sekiz aylık torunum Mehmet Selim’e söylediğim Türkçe ile konuşayım: Yerim ulan ben bu kitap isimlerini. Bu kadar doğal, bu kadar içten, bu kadar bizden isim mi olur yahu? Olur. Mustafa yazıyorsa olur. Oldu. Olmuş bile.

Şu cümleleri, onu ne de güzel anlatıyor: Güney Afrika’da başkent Johannesburg’ta bir okutman evini oda oda kiralıyordu. Birbirimizi tanımıyoruz. Cahil cesareti benimkisi. Bir odanı bana kiralar mısın diye bir soru sordum, e-posta ile. Olur, dedi. Bizi havaalanında karşıladı. Mastır kaydımızı yaptırdık. İngilizce hazırlık filan okuduk. Ama Türkiye’de 2000 krizi olmuştu, para bitti. Aileden de ayrıyız. Mastırı yarım bıraktım, döndüm. Aslında birçok mastırı yarıda bıraktım ben. Dönünce de evlendim ama param yoktu. Eşya da alamadık. Bugünkü gençlerin evlenirken aldığı hiçbir eşyayı alamadık evlenirken. Allah neler nasip ediyor, yeter ki ecik sabır... Tecrübe de tevekkül de telezzüz de bu cümlelerde gizli. Havi. Ilgıt ılgıt irfan fışkırıyor bu cümlelerden.

Rütüeli yok. Yazma ritüeli yok. Yaşama ritüeli yok. Afrası tafrası, havası cıvası, kaprisi maprisi yok. Olduğu gibi adamdır Mustafa.

Gönül Dağı, onun kırk hikâyesinden mülhem TRT dizisi. Sıkı durun, onun bizi çok sevilen ve seyredilen diziden kazancı, kırkta biri bile değil. Belki yüz kırkta biri. Bu işin alicambaz oyunu da bu maalesef. Allah’tan bizimkinin parayla işi yok.

Hikâye nereye gidiyor. Önce öyküleşti. Şimdi de küçürek öyküye evrimleşti. Güççüldü gidiyor gari. De geleceği ne olacak hikâyenin: İşte Mustafa’ca bir cevap: Dünya durduğu müddetçe farklı formlarda da olsa hikâye anlatıcılığı devam edecek. Sana katılmamam mümkün değil güzel adam. Bihakkın hem de.

Mustafa’yla yüz yüze oturan, sohbet eden, konuşan kaç kişi var aranızda bilmem, bilemem. Ben oturdum. Çok. Üç yüz kere, üç bin kere, on yüz bin kere. Yok yahu, işin doğrusu, üç kere. O da kalabalıkta. Ama üç bin kere muhabbet etmişiz lezzeti dolanıp duruyor zihnimde. Her üç dakikada bir kahkaha atmazsanız, gelin ne söyleyecekseniz söyleyin bana. Yokluğu ve zorluğu (bunun ne demek olduğu, en iyi Yozgat Ansiklopedisi’nden okunur)  bal eylemiş adam. Zira doğal. Zira samimi. Zira muzip. Zira matrak. Zira münzevi. Belli ki Yozgat’ın Şeyh Ahmet Efendi Caddesi’nde geçmiş gençliği. Hem de tozu dumana katarcasına.




Üç gün üç gece konuşsa doyamayacağınız bir adamdır Hikâyeci Mustafa.

Allah onu hikâye anlatsın, hikâye yazsın, hikâye seyrettirsin diye göndermiş bu dünyaya. Buna tam inanmış bir müminim ben.

Sözü uzattık. Affedin. Dilinden bal damlayan adamdır Mustafa Çiftçi.

Bal katılmış hikâyeler damlayan adamdır o.

Bunu bilir, bunu söyleriz. Başka de bir şey demeyiz, diyemeyiz. Böyle biline.