Okumakta olduğunuz cümleler duygularımı dile getirmeye kâfi gelir mi, bilmem. Yazayım yazmasına da, söz konusu kişi adı tarihe altın harflerle yazılası bir şahsiyet olunca o kadar kolay değil. Görev yüklediğim bunca harfe kızacak da değilim. Nasıl kızayım? Bu harfleri, o ve diğerleri öğretti. Emekleri var, hatırları var, hatıraları var… Benim anlatacaklarım deryada sadece birkaç damladır. Başarabilirsem ne mutlu bana…

            Ben seksenli yılların çocuğuyum. Hani şu teknolojinin henüz gelişmediği, devletin tek televizyon kanalının İstiklâl Marşı’yla açılıp, yine İstiklâl Marşı’yla kapandığı yıllar. İnternetin her yerde olmadığı, en ufak bir fırtına ya da yağışlı havada elektriklerin hemen kesiliverdiği, dolayısıyla da yapılmayan ödevlerin tek sorumlusu olarak yine elektriklerin gösterildiği, ama özlenen yıllar. Ahşap kasalı bir radyoda yayınlanan “Arkası Yarın” programlarının heyecanla beklendiği güzel yıllar... Ben yaştakiler bilir, ders sırasında soğuktan büzülmüş bir hademe elinde kocaman bir kovayla sınıf kapısında belirirdi. Öğretmenden izin alarak bizim boyumuzdan büyük, karnı bir türlü doymak bilmeyen gri soba kömürle beslediğinde sınıfın orta yerinde keyifle çatırdardı. Isındığımızda yüzümüzde açan gülücükler görülmeye değerdi. Arkadaşlıkların sosyal medyadan değil candan yaşandığı, unutulası değil hep yaşatılası yıllardı. İmkânların dar, gönüllerin olabildiğince geniş olduğu o zaman dilimi rüzgâr gibi geçti.

            Onu ilk, babamın Hacıoğlu Caddesi’ndeki terzi dükkânında gördüm. İlkokul sondaydım. Yaz tatillerinde babamın yanında çalışır, yardım ederdim. Dükkânda çalışan bir çocuk daha vardı: abim… Abim benden üç yaş büyüktü. Ortaokul ikide, yani şimdiki altıncı sınıfta iki sene üst üste kalmış, bu sebeple okuluyla ilişiği kesilmişti. Tam bir senedir okula gitmiyor, babamın yanında çalışıyordu. Kavurucu bir yaz günüydü. Mavi takım elbisesi, rugan ayakkabıları, güneşten daha sıcak gülümsemesiyle o girdi dükkâna. Şık ve temiz giyimiyle örnek olmayı amaçladığından olacak, o bunaltıcı sıcakta bile takım elbiseyle geziyordu. Selâmını verdikten sonra cebinden çıkardığı kareli mendiliyle alnından dökülen inci tanelerini toplamaya koyuldu. Babamın ikram ettiği soğuk suyu yudumlarken arada bana ve abime dikkatle göz gezdirdi. Babam kısaca bizi tanıttığında yüzünde genişçe bir gülümseme belirdi. Abimin okulunu sorduğunda aldığı cevap ve dinlediği kısa hikâyesi sonrası o gülen yüze kocaman bir endişe oturdu. Düşünceli hali bir süre devam etti. Çok geçmedi, toparlandı. Yeniden can bulmuş, ışıltılı gözleriyle babama baktı. Belli ki aklına parlak bir fikir gelmişti. Elindeki bardağı heyecanla masa üstüne bırakıp nefes nefese konuşmaya başladı:

            “Hasan Usta sana bir önerim var. Gel bu çocuğu okutalım. Burada ömrünü tüketmesin. Hem sen bu çocuğa bir kez olsun sordun mu hiç? Büyüyünce ne olmak ister? Bu çocuğun bir hayali yok mudur?”

            Babam çareleri tüketmiş bir bakışla yanıtladı:

            “Hocam olanları anlattım, ne yapalım, sen söyle?

            “Bu çocuğu tekrar okula döndüreceğiz Hasan Usta, bu çocuk okuyacak. Okuyacak ve hayallerine kavuşacak.”

            “Peki, ama nasıl olacak hocam?”

            “Orasını bana bırak, sen yeter ki müsaade et. Ben bir araştırayım. Hangi çağda yaşıyoruz? Eğitim-öğretim herkesin hakkı.”

            Bu konuşma sonrası babama bir pantolon siparişi veren Kenan öğretmen bana ve abime babacan bakışlar eşliğinde gülümsedikten sonra hayırlı işler dileyerek dükkândan ayrıldı. Babam Kenan öğretmenin ardından dudaklarını büzerek başını salladı. Anlaşılan ikna olmuştu.  Bir yandan da Kenan öğretmenin aklından geçenleri merak etmişti.

            Yaz tatili bitmiş, okullar yeniden açılmıştı. Kenan öğretmen dediğini yapmış abimi tekrar okula döndürmüştü. O yıl tanınan bir afla sınıfını borçlu geçen abim Kenan öğretmenin de büyük gayretleriyle yine Kenan öğretmenin görevli olduğu Mithat Paşa Ortaokulu’nda eğitimine üçüncü sınıftan devam etmişti. Babam, Kenan öğretmen göz kulak olur düşüncesiyle beni de abimle aynı okula yazdırdı. Kenan öğretmen okulda tarih öğretmeniydi. Her daim gülen yüzü ve umut dağıtan parıltılı gözleriyle okulda öğrencilerin çok sevdiği bir öğretmendi. Evimiz okula bir hayli uzaktı. Her gün Erenler ile Serdivan arası mekik dokumaya başladık. Mahalleden arkadaşlarla birlikte yürüyerek okula gidip geliyorduk. 

Yine bir okul çıkışı evlerimize doğru yürümeye başlamıştık. Birden yanımda mavi bisikletiyle Kenan öğretmen belirdi. Bisikletin arkasını göstererek binmemi istedi. Çekingen davrandığımı görünce ısrar etti. Daha fazla direnmeden bisikletinin arkasına bindim. O yıllarda öğretmen maaşları çok daha düşük olacak ki kirada yaşadığını bildiğim Kenan öğretmenin bir arabası da yoktu. Varı yoğu umut rengi mavi bir bisikletti. Çoğunlukla bisikletiyle okula gider gelirdi. O günü hiç unutmam. Kan ter içinde kalma pahasına beni evime kadar götürdü. Yine bir okul günü rahatsızlanmıştım. Beni tanıdığını bildikleri için arkadaşlarım Kenan öğretmene haber verdi Tesadüf, boş ders saatindeymiş. Sınıfımdaki öğretmenimden izin alarak beni kantine götürdü. Benimle boş saati boyunca bir baba gibi ilgilendi. Şimdi düşünüyorum da; o gün o halde ben değil bir başka öğrenci bile olsa aynı şekilde ilgilenirdi, eminim.

Yıllar böylece gelip geçti. Abim de ben de okuldan başarıyla mezun olduk. Kenan öğretmen abimin hayatına sihirli bir değnekle dokunmuştu sanki. Biliyordum, abimin küçüklükten beri hayaliydi subay olmak. O başarısız öğrenci Kenan öğretmenin sâyesinde okula dönüşüyle hayata yeniden “Merhaba” dedi. Lise, üniversite derken, şanlı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şerefli bir mensubu olarak çocukluk hayalini gerçekleştirdi.

Başta da söylemiştim. Adı tarihe altın harflerle yazılası bir tarih öğretmeniydi Kenan Keskin… İleri görüşlülüğü, mesleğine olan aşkı ve yıllar sonra başarılarıyla övünerek “Evlâtlarım” dediği nice öğrencisinin yaşattığı gururdan başka zenginliği olmayan, elleri öpülesi bir şahsiyetti.

Tüm eli öpülesi öğretmenlerimize saygı ve sevgiyle…