Bir başkent daima başkenttir diye bir söz vardır Konya’da. Sık sık dile getirir bunu Gonyalı dostlarımız. İşin içinde teselli boyutu olsa bile, gerçek tarafını da görmeliyiz sözün. Gördük, gözlemledik, yaşadık, El-hak doğrudur bu söz.
Filmi geriye saralım; gidelim gidelim gidelim geriye, daha geriye. Miladi 1361. Üçüncü sultanımız, Rumeli Fatihi I. Murad Hüdavendigâr Edirne’yi fetheylemiş. Hem de savaşsız, kan dökmeden. Fütuhatını devam ettiriyor Balkan içlerine doğru. Haskova, Kırcaali bölgesi, Filibe, Eski Zağra. Şimdi Stara Zagora diyor Frenkler. Sonra yukarıya yöneliyor, Goca Balkan Dağları’nı aşmak niyeti elbette. Gözü Bulgar Krallığının başkenti Tırnova’da.
Ve Edirne’yi fethinden sadece üç sene sonra, Tırnova’yı da fethedip Bulgar Kralının tacını başından alıyor, tarihin çöplüğüne gönderiyor. Bu fetihle bütün bir Bulgaristan yurdu, ki bugün 28 şehirden ibaret bir ülkedir, Türklere açılıyor. (Unutmadan, iki bilgi daha size; Bulgar Kralları tarih boyunca Alman’dır. Bulgarların kendi ırkından kralları hiç olmamıştır. İki, 1877’de Kuzey Bulgaristan’ı, 1912’de Güney Bulgaristan’ı terk ettiğimizde o topraklarda yaşayanların dörtte üçü Türk’tü. Murat Hüdavendigâr’ın bu fethinin ne manaya geldiği iyi anlaşılsın diye veriyorum bu bilgiyi.)
Tırnova bir şehir değildir dostlar, bir başkenttir. Bir krallığın başkentidir. Hem fizikî açıdan başkenttir bu şehir, hem de tarihî ve ruhî.
üzerinden (2021-1361, eşittir) 660 sene geçmiş. Koca altı buçuk asır. Ama kalesiyle, tarihî evleriyle, nefis görünümüyle hâlâ ayakta bir şehir Tırnova. Ecdadımız, aldığı hiçbir yeri yakıp yıkmamış, yok etmemiş, medeniyetine katıp büyütmüş, - hiç olmazsa - yaşatmış, bugüne getirmiş.
Son yüz yılda, yokluğumuzda, Bulgaristan’daki Türk eserlerinin yüzde doksan beşinin yok edildiğini söylersem daha iyi anlaşılır, Tırnova Kalesi’ni beş asır korumamızın asıl manası. Bir düşünün lütfen; ayrıldığımızda Sofya’daki altmış üç camimizden, bugün sadece ikisi mevcut, Filibe’deki elli üç camimizden kala kala bir buçuğu ayakta. Vahşetin, nefretin, vandalizmin tarihini yazmış adamlar.
En az on kez geçtim Tırnova’dan. Severim doğrusu. En çok da Etır’a yahut Rusçuk’a gidişini severim Tırnova’nın.
Mehter marşı gibidir benim için Tırnova: İki sevinç, bir hüzün. Anlatayım efendim:
Son iki asrın en sevdiğim ermişlerinden, Fatih Türbedarı Ahmet Âmiş Efendi Tırnovalıdır. Tırnova’da doğmuş büyümüş, orada sınıf öğretmenliği yaparken, malum o toprakların Müslüman Türkler için yaşanmazlaştırılması üzerine İstanbul’a hicret etmiş, uzunca, yüz yirmi iki seneyi bulan bereketli bir hayat sürmüş, bin dokuz yüz yirmi senesinde Şehzadebaşı’nda vefat etmiştir.
O Ahmet Âmiş Efendi ki, 13 Kasım 1918’de İngiliz ve Fransız zırhlıları Boğazı işgal edip namlularını Dolmabahçe ve Çırağan Sarayı’na çevirdiklerinde, yani Osmanlı Başkenti İstanbul’u bilfiil işgal ettiklerinde ‘Düşman nihayet gelir gider. Türk Devleti kıyamete kadar bakidir. Allah dinini muhafaza eder. Biz işgal sonrasına hazırlanalım’ sözünü söyleyen mübarektir. O Ahmet Âmiş Efendi ki, ‘Olan olmuştur. Olacakta olmuştur. Olacak hiçbir şey yoktur’ vecizesinin sahibidir. Yine ona çok yakışan bir sözü: ‘Bizim sermayemiz kuru bir muhabbettir.’
Eyvallah mirim. Şu şehir yazıları, şu dergicilik de, kuru bir muhabbetten gayrı nedir ki.
İşte o mübareği, Ahmet Âmiş Efendi’yi bize armağan eden şehirdir Tırnova. Bulgarlar buna bir de veliko sıfatını eklemişler. Yani mübarek, yani aziz, yani ermiş. Bugün onlar Veliko Tırnovo diyor, biz hâlâ Tırnova diyoruz. Hatta son iki asrın - belki de - en büyük ermişi olan o mübarek zat kayıtlarda Fatih Türbedarı Tırnovalı Ahmet Âmiş Efendi diye geçmektedir, geldiği şehre izafeten. Birincisi Âmiş Efendi’yi sevdiğimden severim Tırnova’yı.
İkincisine sebep yakın dostum Mehmet Şeker’dir. Şu Yeni Şafak’ta çeyrek aşırı aşkın süredir köşe yazıları yazan, Türkçenin yaşayan büyük ustalarından yazar - şair Mehmet Şeker. (Bilerek yazar - şair dedim; genelde şair-yazar diye yazılır, malum, biliyorum. Bizim Şeker’in şairliği yazarlığından geri değildir ama ne o şair olduğunu hatırlamaktadır, ne de okurları. ‘Dem Dem Demokrasi’ adlı şiir kitabının yayınının üzerinden otuz beş yıl geçmiş, ondan, ikinci bir şiir kitabı beklemek hakkımız değil mi ama? Okurun da yazar üzerinde hakları yok mudur, değil mi yani.)
Bizim Mehmet’in büyük büyük dedesi, - ki adını da ondan almıştır kadim dostum, - Tırnova yaşanmaz hâle gelince, çoluğunu çocuğunu, pılısını pırtısını toplamış, ata yurdu Türkiye’ye, Bursa - Gemlik Umurbey’e hicret etmiştir.
Dostum, benim Balkan sevdamı, Balkanlara altmış bir kere sefer eylemişliğimi iyi bildiği için ‘Fahri Abi, beni bir dede memleketi Tırnova’ya götürmedin’ diye takılır dururdu. Kısmet oldu; 2013’te Edirne Valisi Hasan Duruer’in isteği ve desteğiyle düzenlediğim Akademi-Bulgaristan Projesi kapsamında, dört beş yazar-sanatçıyla birlikte yedi Bulgar şehrinde yazarlık atölyeleri yaptığımızda, Mehmet Şeker ile birlikte dede memleketi Tırnova’yı da ziyaret etme fırsatı bulmuş; köyün camisi ve mezarlığını ziyaret edip Fatihalar göndermiştik. İkimiz de çok mutlu olmuştuk.
Ha, unutmadan, ‘Mehmet Şeker’in aynı adı taşıyan dedesinin, Tırnova’daki köyünün adı neymiş peki?’ dediğinizi duyar gibiyim; söyleyeyim efendim: Yazıcı Köy. Böyle büyük bir yazarın köyü başka hangi isim olabilirdi ki, değil mi ama.
Bir de benim için derin bir hüzün ayağı vardır Tırnova’nın: Mâlum, 93 Harbi diye meşhur, 1977-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda ordumuz, Bulgaristan’ı Sofya’dan Burgaz’a, ülkeyi batıdan doğuya ikiye bölen Koca Balkan Dağları’ndaki Şıpka Geçidini tutamayınca mağlup oldu ve kuzey Bulgaristan’dan çıkmak zorunda kalmıştık. Bunun üzerine Ruslar da 1364’ün intikamını alıp ülkenin bugünkü yarısı ölçüsündeki toprakları, yeni Bulgar devletine hediye etmişlerdi. Ardından Bulgarlar da koşa koşa Almanya’da gidip, hanedandan başlarına bir Alman Kral getirmişlerdi. Ve yine başkentleri Tırnova olmuştu. Sene kaç? 1878.
Bizzat gördüm; bugünün Tırnova’sında, duvarlarda, küçük abideler yaptırılmış ve belki on - on beş yerde, Mart 1878 rakamı işlenmiş çiniler fayanslar üzerine. Osmanlı’dan kurtuluşu, yeni Bulgar devletinin kuruluşunu milat kabul etmişler ve bunun simgesi olarak da Tırnova’yı görüyorlar.
Dahası da var: 3 Mart 1878 yeni devletlerini miladıymış; bu tarih ülkede Bayram ilân edilmiş. Yıldönümü olarak her sene o tarihte Tırnova Kalesi’nde ‘Türklerden Kurtuluş Bayramı’ kutlanıyormuş. Burası anlaşılabilir, bir nebze. Her 3 Martta, kaledeki kutlamalarda, Türklerin 1364’de Tırnova’yı fethederken Bulgar kadınları-kızlarına nasıl tecavüz ettikleri, nasıl bir vahşet işledikleri en dramatik biçimde sahneleniyor, şuur altlarına yerleştiriliyormuş. Daha da kötüsü var: Bu trajik sahneyi canlandırmak için Tırnova’da hâlen yaşamakta olan Türk öğretmen ve öğrencileri görevlendiriyormuş okul yöneticileri. İki kere kahır yani. Birincisi hiç olmamış, hayali bir vahşetin iftirasına şahitlik. İkincisi sözde vahşeti ve tecavüzleri, Türklere sahneletme kepazeliği. Allah orada yaşayan kardeşlerimize Eyüp sabrı ihsan eylesin.
bir sebebi de on binlerce Müslümandan, onlarca camimizden sadece birini, - o da varla yok hükmünde, - bırakmış olmaları. Pes yani. Hakikaten pes. El-insaf.
Umarım anlaşıldı, Tırnova denilince iki sevinç bir hüznümün nedeni.
Ama şunu da itiraf edeyim: Bugünün Tırnovası, tüm görkemiyle ayakta. Kalesi, kalenin eteklerindeki tarihî şehir görünümü, tarihî evleri. Her şey hoş, güzel, latif.
Kral bir şehir Tırnova. Kralların kral şehri. Hiç kuşku yok buna.
Biraz da bunu bizim bozmamışlığımıza borçlular ama. Bizim bıraktığımız kral şehir o.