Bir şehir için kendine ait ölçekleri geliştirebilmek; ferdiyetin bütün hususiyetleriyle serpilerek mevcuda gelmesi ve şehir ahalisinin nazarında hatrı sayılır bir yer edinebilmesi demektir. Bizim şehirlerimiz endüstriyel devrimin standart cenderelerinden nasibini hayli geç aldıklarından, bu durum şehirlerimizin yumuşak karnı vaziyetindeydi. Endüstrileşmemiş şehir bir yerde seyrek nüfus demekti, altyapı eksikliği demekti, yavaş zamanlar demekti. Buna mukabil bu şehirlere modern hayatın dayatmalarıyla giren kurallar öncesindeki anlam derinliği ve oluş zenginliği; standart (batı değerleriyle eğitilmiş) bir bakışın idrakini her zaman zorlamıştır. Şehirlerin kendine has kimliklerindeki ferdiyet unsuru bu zengin temaslarla ilgilidir.
Bizim şehirlerimiz hem planlı bir vaziyette kurulmadıklarından hem de seyrek bir nüfusu barındırırlarken kısa bir zamanda kontrolsüz olarak büyüdüklerinden rastlantısallık etkisini yoğun bir halde üzerlerinde taşırlar. Elbette bu kimi zaman kontrolü zor çarpık şehircilik kimi zamanda masa başında yapılan bir tasarımla inşa edilmesi mümkün olmayan yüksek bir yaratıcılık, irticalen ortaya çıkan pitoresk bir güzellik demektir.
İşte zihnime nakşetmiş olan Adapazarı da böylesine bir rastlantısallık etkisinin izleriyle doludur. Ne var ki bugünün gözüyle bu rastlantısal güzellikleri görebilmek eskisi kadar kolay değildir. Geçen yıllar kendine has tüm o özellikleri belli kalıplara sokmaya, zevkleri ortalama oranlara doğru çekilmeye zorlamıştır.
Yenicami’deki Kurbanlar Sokağı’nda muayyen bir şehir planına uyulmaksızın gelişigüzel inşa edilmiş evleri dönen sokağın keskin kıvrımlarında bu rastlantısal estetiği hissedebilirdim. Yine Uzun çarşıdaki dükkânların üst kata çıkan dar merdivenlerinde, irticalen yapıya iliştirilen kapı, pencere detaylarında ve bunların ölçüleri arasındaki orantısızlıkta bu izleri yakalardım. Yeni Cami’nin şadırvanının ardından başlayan Asma altı Kıraathanesi’nin ortamı da yine burada kastettiğim anlamda, eski şarkın ruhunu üzerinde taşırdı. Buranın müdavimleri içeriyi loş hale getiren asma yapraklarının altında, kıraathanenin önüne atılmış yerden iki karış kadar yüksek olan hasır sandalyelerde asırlar boyunca atalarının kıraathanelerde yaptıklarına benzer şekilde oturup sohbet eder, kahvelerini içerlerdi. Az ilerideki Ali Koka bozacısında havaların soğumasıyla beraber insanı teselli eden o özel tat her gece aynı şekilde yakalanmaya çalışılırdı. Yenicami şadırvanının önünde tezgâhını kurup mevsimlik meyveler satan satıcıların yerde duran sepetlerinde de bu seyyarlık hissini bulabilirdiniz. Tüm bu detayları daha bir üst perdede birbiriyle ilintili hale getiren ve nazara alınması icap eden asıl nokta ise bunların insan ölçeğinden kaynaklanan kendi içerisindeki bir ahengin etkisini üzerinde taşımalarıdır. Bu hassas toplumsallaşmanın getirdiği dengeler üzerine kurulu bir denklemdir ki aslında bütünüyle bir sonuca da işaret eder. Çağın standartlarına uygun bir plan dâhilinde ortaya çıkmamış oldukları söylense de aslında pek çok farklı zamanın özelliği bu karmaşık görünen yapının içerisinde kestirilemeyen bir formül ile bir araya gelirdi.
Bununla beraber özgün özelliklere sahip olan bu standartlar düzeni, oldukça gevşek kurallara dayanan ve yönetimi hayli karmaşık olan bir toplumsal gerçeklik demekti. Haliyle sonuçta ortada bir toplum düzeni var oluş olarak göstergeler üzerinden takip edilebilse de kitâbi olarak kavramsallaştırmanın hayli güç olan bu rastlantısal düzenin rekabetçi bir yanı bulunmamaktaydı.