Müziğimizin kökü mâzi olan âtisidir o. Genç yetenek.
Santuryenimiz. Santurcubaşımız. Santurzademiz.
Güray Süngü’nün bir sözü vardır hani, Fahri ağabey ile günün birinde tanıştık ama sanki bin yıldır ahbaptık. Bir sonraki görüşmede kucaklaştık, sanki bin yıldır her gün görüşmüştük de son bir aydır görüşmemiş gibi sarıldık der ya. Eyvallah. Da, bu söz benim kadar, benden çok, benden kat kat fazla Sedat Anar için lâyık. Vallahi de bak. Çok samimiyim. Bilin istedim.
Adını duyuyordum. Şair Ercan Yılmaz’dan olmalı. Bizim Sedat filan şeklinde. Ama ruberu / facetoface/yüzyüze karşılaşmamız şair Ahmet İşler’le ortaklaşa organize ettiğimiz Tarsus Edebiyat Mektebi’nin kapanış töreninde oldu. İyi de oldu. Bir sarıldık, bir sarıldık: Öz kardeş - ağabeycesine. Öyle sıcak, öyle içten, öyle özlemle. Sanki onlarca yıldır yüzlerce kez beraberdik de Alamanya’dan yaz tatiline bana gelmiş, o hasretin kucaklaşmasındaydık.
Gözlerinin içi gülüyor diye bir deyim vardır Türkçemizde. Bildiniz. Hatırladınız. O deyim Sedat Anar doğduktan sonra, onunla lugatımıza girdi. Harbiden bak. Bir insan bu kadar mı güler yüzlü bakar dünyaya, bu kadar mı pozitif olur çevresine, bu kadar mı enerji saçar bulunduğu ortama; evet, evet; Sedat Anar’sa saçar, olur, bakar. İnanırım. Gözümle gördüm de ondan. Bilin istedim.
Tarsus’tan sonra, geçen altı yılda çok mu görüştük Sedat’la, Sedat’ımla, Sedatçığımla? Çok. Hem de pek çok. Alolaştık, oturup yemekler yedik, kahveler içtik. Elbette. Abi-kardeşlik kolay mı? Evet; böyle sanıyorsunuz, ben de sanıyorum, sanmalısınız! İtiraf ediyorum: Sadece bir kere. İstanbul’un yüz elli en yetenekli lise öğrencisinin on iki Cumartesilik yazarlık/edebiyat eğitimi için düzenlediğim Yazistanbul2’nin kapanışı için davet etmiştim. Kapanış konserine. Para bul sormadan gelmişti. Adamın hasıdır çünkü. Kalenderliğin bestekârıdır zira.
Sokak çocuğu. Sokaktan geliyor. Sokaktan gelmenin hem hüznü var sesinin tınısında, hem zenginliği. Tıpkı Neşet Ertaş gibi, tıpkı Müslüm Gürses gibi.
Müslüm Gürses dedim de; bilir misiniz bizim Sedat, kimlerle hemşeridir: En başta Müslüm Baba ile. Sonra Nuri Sesigüzel’le. Sonra Metin Milli’yle. Ve tabii Kazancı Bedih’le. Ayrıca İbrahim Tatlıses’le. Anladınız, Urfalı o.
Sedat’ımız aslında, Şanlıurfa Halveti’de geçimini hayvancılıkla sağlayan çiftçi bir ailenin çocuğu olarak doğar büyür. Dağlarda meralarda köyde. Ve sonra şehre gelince sokak müziği yapması bundandır. Sokak onun için hayattır. Hayattır, gıdadır, kendisi olmaktır. Oradan gelen, ayaklarının üzerinde sağlam durur, yere (burada müzik oluyor), sağlam basar. Unutmadan; Tatlıses’e burada kulak verelim, ‘Urfa, her sokağında gazellerin okunduğu şehirdir.’
Köy kasaba şehir büyükşehir… Mera, Halfeti, Urfa, Ankara, İstanbul. Alt dalganın çocuğudur Sedat. Alttan gelen, sapasağlam, tertemiz, su katılmamış dalganın. Daha doğru anlatımla çeliğine sağlam su verilmiş adamdır. Aynen de öyledir. Şahidiz. Onu tanıyan herkes de buna şahitlik eder zaten.
Yüzünde gözünde sözünde. Dilinde, sesinde, tınısında bol bol vardır Güneydoğu Sedat’ın. Anadolu vardır tümüyle. Müzik türünde vardır, bestesinde vardır, okuduğunda vardır.
süredir santurun postnişini odur bana göre. Ne kadar gençse, ne kadar yeniyse Sedat ve santur, o kadar da eskidir, o kadar da köklüdür. Otuzlu yaşlarında olması aldatmasın sakın sizi. Sedat’ın albümlerine kulak kesilir, yahut kitaplarına göz değdirirseniz, - sizi de işin içine (yürüyüş kafilesine mi deseydik) katacak -, Mısrî’yle yoldaş, Tapduk’la kalpdaş, Yunus’la sırdaş olacaksınız. Şaşırmayın yola da yolcuya da yoldaşa da hiç. Sürpriz olmasın. Söyleyeyim size.
Bir gün Mevlanâ’yla sema edecek, diğer gün Hacı Bektaş-ı Veli’nin çilehanesinde konaklayacak, başka akşam Hacı Bayram-ı Veli’nin şarında şiir edeceksiniz. Sedat sizi Mısrî, Tapdukî, Yunusî, Mevlevî, Bektaşî, Bayramî eyleyecek.
Korkmayın, yürüyün, dinleyin, dost olun Sedat Anar ile. Dünü bugüne, bugünü ana, anı yarına, yarınlara getirecek, götürecek, gözdirecek sizi.
Itrî de odur artık, Buhurî de, Yesarî de. Sedat’ın sesinde beş bin yılın tınısı var. Anadolu’nun tınısı var. Urumeli’nin tınısı var. Ertuğrul’un hayali, Osman’ın rüyası, Fatih’in hülyası var. Yavuz’un celali, Süleyman’ın ihtişamı, Adülhamit’in hüznü var. Açlık yokluk çaresizlik de yer buluyor o tınıda. Onur, umut, gelecek de.
Sedat Anar, eskinin, dünün, geçmişin müzisyeni midir? Hayır. Külliyen hayır. Mütemadiyen hayır. Müstakilen hayır: Cemil Meriç merhum, her kemâl yeni demez mi hani? İşte buradaki yeni Sedat Anar’dır. Tam da budur. Buncadır. Lugattaki yeni kavramı, bir süredir Sedat Anar’ı giyinmiş, öyle dolaşmaktadır sokaklarda. Ne sokağı; salonlar, konserler, televizyon programlarında. Diyeyim size.
Yazardır da Sedatcığım. Kitap isimlerine bakar mısınız lütfen; her biri birbirinden kallavi, okkalı ve değerli: Sokaknâme, Sokağın Sesleri, Hâllerin Esiri. Ve Santurnâme. Günlüğü var, araştırmaları var, romanı var. Var da var, Var oğlu var. Çünkü o şahane bir kulağa sahip evet. Tamam. Gözü de kulağından geri değil. Gözlemi, sözlemi, söylemi de o oranda güçlü. Daha otuz dördünde Sedat. (Bizim Cahit Sıtkı’ya sorarsanız, yolun yarısına bile gelmemiş Sedat. Bereketli ömrün olsun güzel kalpli çocuk.) Çoook kitabı gelecek daha onun. Çok albümü çıkacak. Kalıbımı basarım. İsteyenle de ıslama köfte-kabak tatlısına iddiaya girerim. Var mı giren. Giremediniz değil mi? Akıllılık ettiniz.
Yaşayan Ali Ufkî Bey’imiz o bizim. Osmanlı’nın en büyük santurîsi Ali Ufkî Bey’imiz. Ki sarayda öğrenmiştir santuru. 1.650’lerde. Demek ki neymiş, santur Osmanlı’da, sarayda bile mevcutmuş. Bu da ülkemizde ve kültürümüzde santurun köklü ve kadimliği hakkında bize bilgi vermektedir. Ali Ufkî Bey’in güftesi ve bestesi kendisine ait şu eserine bir göz atarsak, santurun ruhumuzun hücrelerine değil, atomlarına kadar nüfuz ettiğini hissetmez miyiz: Hay santurun kırk şen teli / Ötmez oldu bağrın yeli / Hey Allah’ın asi kulu / Neyledi bu santur sana.
Yok yok Ali Ufkî Bey, affınıza mağruren, eyledi eyledi. Postunuzun dört asır sonraki varisi Santurî Sedat Anar Bey, bizi santuryen eyledi efendim. Santurzen, santurgen, santurmen eyledi. Pek bir sevdik santuru. Santurdan değil çıkan o sesler, - sizi temin ederim efendim,- bizim gönlümüzdeki kırk ve kırık telden. Öylesine içten, öylesine bizden, öylesine histen.
Pek bilinmez; Türk şiirinin üç beş yaşayan efsane isminden Cahit Koytak’ın santur üzerine çok şiiri olduğu. Örneğin Sessiz gece diye başlayan Düet şiirinde sadece santurun çağıltısı / sadece yüreğin vuruntusu / bu ikisi, sadece bu ikisi… dizelerini. O kadar çok sever ki Koytak bu aleti, Santur Hayalleri şiirinde açıkça itirafta da bulunur: bir santur almak için kendime / sokaklarda ney çalıp / parsa toplayacağım / ve altmış beşinden sonra / yeterse ömrüm, santur öğreneceğim. Cahit ağabeyim, bestekâr santurî Sedat Anar’a ithaf ettiği Santur Dersleri şiirinde bakınız santurun sesini nereden hissettirir bizlere: göğün yedinci katında / bütün yolların bittiği yerde / altında, sidretü’l müntehanın / telleri iki dünya arasına gerilmiş / santur çalınıyor santur, dinleyin! Cahit Ağabey’in geçenlerde telefonda bana, ‘Fahriciğim; İstanbul’dan çıkıp Anadolu… İran, Pakistan, Afganistan, Çin, Japonya, oradan Amerika. Dünyayı dolaşmak istiyorum. Köy köy. Şehirlere hiç uğramadan. Bozulmamış insanları dinlemek istiyorum’ sözleriyle santur şiirleri ne kadar da çok uyumlu ahenkli kafiyeli. Eyvallah ağabey. Ve eyvallah Sedat Anar. Gezilmemiş o köylerin de sızısı var santurunun tellerinde.
Yine pek bilinmez; Attila İlhan’dan Cansever’e, İlhan Berk’ten Asaf Halet’e, Gülten Akın’dan İsmet Özel’e… birçok şairimizin santur şiirleri olduğu.
Sokakların çocuğu. Sokakların sesi. Dip, dip. En dip. En dibin çocuğu. Maradona gibi, onun için yıkılmaz, devrilmez. İlaçlı. Sokağın dilini müziğe taşıyan adam. Sokağın sesi ve sözünü, kırk boğumdan geçirip gönlümüze sunan yiğit adam.
Sokakların çağıltısıdır Sedat Anar. Tam da budur. Böyle biline.