Samsun; İstiklâlin besmelesi.
Esaret zincirlerinin ilk kırıldığı şehir.
Her yazının bir kaderi var. Bir müsebbibi. Hatta müsebbibesi. Açıklayayım efendim: Geçen gün Yalova Anadolu İHL Yazarlık Akademisi açılışına davetliydim. Başlangıç dersine de lütfetmiş beni uygun görmüşler. Birbirinden aydınlık yirmi bir pırlanta genç karşıladı beni. Melike, İlayda, Taha, Fatma, Elif, Mustafa, Esma, Livanur, Yunus Emre, Rabia, Zeynep… vesaire. Sorular sorular sorular. Güzel sorular. İlk soruyu Habibe sordu: Yazdığınız kişi ve şehirleri nasıl seçiyorsunuz? Diye. O ay yaptığım bir seyahat, bazen bir telefon ya da bana yapılan bir ziyaret vesile oluyor o şehri yazmama diye cevapladım. Ve ekledim: Mesela dergiye gelecek ay hangi şehri yazacağımı, sen seç hadi?
Habibe, hiç düşünmeden Samsun’u yazın lütfen dedi. Eyvallah sözleri döküldü ağzımdan. (İşte böyle Habibe, bu yazıya sen vesile oldun kızım. Her yazının da böyle, pek bilinmeyen perde arkası, bir vesilesi var işte. Artık sen de şahitsin buna.)
Samsun, benim zihnimde ilkin Bandırma Vapuru’dur. İstiklâl uğruna atılan ilk adımdır. Esaret zincirlerine ilk isyandır. Besmeledir. Yola çıkıştır.
Özgüvendir. Önsezidir. Öngörüdür.
Bakıştır, Çıkıştır. Başlayıştır.
Her vuslat, her yol, her ulaşış bir ilk adımla başlar, evet. Kararlı inançlı hesaplı ilk adımla. Hedef bellidir: Zafer, özgürlük, zincirleri kırış. Tam da budur Samsun. İliklerine kadar budur Bandırma Vapuru. Budur, böyledir, buncadır.
İstiklâl tespihinin Amasya, Erzurum, Sivas birer otuz üçlüğüyse, ki öyledir, imamesi Samsun’dur işte. On dokuz mayıs bin dokuz yüz on dokuz destanı, Samsun’da, Samsunla, Samsunca başlamıştır efendim. Bu böyle biline. Biliniyor da. Bilinecektir de, kıyamete kadar, ne zaman Türk devlet tarihi konuşulsa. Bu şeref seksen bir il içinde Samsun’undur. Mübarek olsun.
Gittim gördüm; Samsun güzel bir şehir. Orta Karadeniz’in en verimli şehri. En bayındırı da. En üretkeni de. Sahilden içerilere doğru yavaş yavaş yükseltiler, yer yer ovalar. Yeşillik bereket nimet.
İnsanı da uysaldır Samsun’un. Doğu Karadeniz’in, Trabzon’un, Rize’nin, Artvin’in o hırçın haraketli tezcanlı insanlarına neredeyse hiç benzemez Samsunlu. Sakin, yavaş, ağırbaşlıdır. Kırk düşünür bir adım atar gibidir. Dengeyi, vakarı, ağır ol molla sansınları temsil eder gibidir. El’an da öyledir tanıdığım bütün Samsunlular.
Sigarasını sevmesem de - hiçbir sigarayı sevmediğimden elbette,- Bafra ovasını pek bir sevdim. Pidesini de. Bafralıları da. (Sevinç Yengemizi.) Bafra damatlarını da. (Mehmet Özdemir’i.)
Bafra benim hayatıma Yıldıray Çınar ile girdi. Söyleyeyim. Orta bire gidiyordum. Sene 1971. 990 nüfuslu ilçemizin tek ilkokulu, tek de ortaokulu vardı. O Eylülde başlamıştık. Türkçecimiz Perihan Hanım, Matematikçimiz Muammer Kurgun, tarihçimiz dayakçı Süleyman Bey, Fen bilgisi öğretmenimiz Hülya Hoca, Almancacımız Hadiye Uçar. Müdürümüz de Mithat Susam. Bir gün koridorun başındaki cam, siyah perdelerle kapatıldı, önüne beyaz bir perde çekildi. Tıkır tıkır sesler çıkaran bir alet dönmeye başladı. Aaa, o da ne: Beyaz perdede birileri var, konuşuyorlar. Sanki masal canlandı birden.
Ömrümde gördüğüm ilk filmdi bu. Burma bıyıklı, gevrek sesli, karayağız bir delikanlı, - bir ağabeyimiz diyelim,- çok güzel türküler söylüyordu:
Çarşambayı sel aldıııııı / Bir yaaaar sevdiiim el aldııı aman aman.
Öğrendik ki, komşumuz Nazmi Ağabeye benzeyen bu türkücü Yıldıray Çınar’mış. Samsunluymuş. Film de Samsun Çarşamba’da geçiyordu. O gün bugün sevdim Samsun’u ben; itiraf ediyorum.
Sonra Adapazarı İmam-Hatip Lisesi’nde okurken, altıncı sınıfta, - şimdiki gençler ona on birinci sınıf diyorlar -, Çorum İHL’den, benim gibi parasız yatılı bir öğrenci, bize sürgün geldi: Arif Karaaslan. Bizden üç dört yaş büyüktü. Esmer, karayağız, ortadan az uzunca boylu, şöyle 1.75 filan, şakacı temiz kalpli pek de derslerle ilgisi olmayan bir arkadaşımızdı Arif. Evliydi de. Samsun Termeliydi. Eşi Çarşambalıymış. Öyle diyordu. Hatta arabeskin o yıllar Ferdi Tayfur’la birlikte iki efsanesinden birisi olan Orhan Baba da Çarşambalıymış, bizim Arif’in iddiasına göre. Kayınpederinin karşı komşusunun oğluymuş.
Yıllar yıllar sonra, mezuniyetten çeyrek asır sonra Arif’i, imamlık yaptığı kendi köyünde, Terme Sütözü Köyü’nden ziyaret etmek kısmet oldu. Otuz haneli köyünde imamdı Arif. ‘Cemaatle aran nasıl?’ soruma, ‘gayet iyi, üç kişiler…’ diye cevapladı. Çok şaşırmıştım. Otuz hanede, ortalama ikişer erkekten altmış, en kötü elli erkeğin yaşadığı bir köyde, neresinden baksanız yirmi-yirmi beş kişilik cemaat olması gerekiyordu. Şakayla karışık sordum: ‘Arifciğim, nasıl başardın bunu?’ ‘Çok kolay’ dedi Arif. ‘Üç ay İstanbul Cerrahpaşa’da tedavi görüp dönmüştüm. Köyde bir dedikodu alıp yürümüş hakkımda. Cuma günüydü. Namaz öncesi kürsüde vaaz ederken ‘hakkımda dedikodu yapanlara’ bir sövdüm. En başta da dünürüme. Kavga yumruk tekme tokat, cemaatle birbirimize girdik. Otuz kişi düştü üç kişiye…’ Aklıma hınzırca bir soru tünedi: ‘Az daha gayret edip onları da uzaklaştırmayı başarsaydın ya.’ Dedim ya, Arif matrak adam. Bidayetten öyleydi zaten. Dedi ‘o kolay. Bir küfür de onlara, bitiririm işi. De, bunların üçü de akraba. İnatçı adamlar. İlla camide kılacaklar. Vaz geçiremezsin. Bir kilometre uzaktaki köye namaza gider bunlar. O zaman da ilçe müftüsüne mahcup olurum. Ondan sabrediyorum şimdilik…’ Arif buydu işte.
Sonra bir başka Samsunlu, bir başka Orhan, Türk Halk Müziğinin temiz yüzü, temiz sesi, temiz hayatı Orhan Hakalmaz’la dost olduk. Düzgün, ahlaklı, vefalı adamdır Orhan kardeşim. Türküleri de eğmeden bükmeden, dosdoğru okur delikanlım.
Samsun biraz da Tanju Çolak’tır bizim kuşak için. Büyük golcüydü Tanju. Ama sevilmedi bir türlü. Sevilemezdi de o mizaçla. Hep söylemişimdir; Rıdvan’la (Dilmen) Tanju’yu televizyona çıkartın. Program başlarken konuşulacak konuda Rıdvan yüzde beş, Tanju yüzde doksan beş haklı olsun. On dakika konuşturun. İzleyen rastgele yüz kişiye sorun, kim haklı? diye. Cevapların yüzde doksan beşi Rıdvan haklı, Tanju haksız diyecektir. Tanju kardeşimiz bunu nasıl başarıyor, bilemem. Yaratılış diyelim. Ama ona da haksızlık etmeyelim; 5-0’lık GS-Nechatuel galibiyetinde attığı goller unutulmaz.
Bir de milli güreşçi Aslan Aslan’ı hatırlıyorum Samsunlu. 90 kilo grekoromen güreşçisiydi, 1970’lerin ikinci yarısında. Ne yiğit ne mert ne düzgün adamdı Aslan Ağbi.
Bir şey daha hatırlıyorum Samsun ağzında: Tanıdığım bütün Samsunlular, Samsunspor diyemez: Samsusspor derler. N harfi düşer. Şeddeli s okurlar. Nedendir bilmem. Onlardan bir s daha alacağımız var.
Samsunlu daha vardır zihnimde benim. Biri tiyatrocu Levent Kırca. Kısa süreli bir arkadaşlığımız da olan Levent Kırca’yla. On beş sene öncenin parasıyla bin lira söyleşi parasını almayıp ‘bana düşen miktarı yetim bir öğrenciye verin’ sözüyle hatırlıyorum. Bir de bizim Sabri Reis (Galatasaraylı sağbek) Samsunludur. 55 nolu formayı giyerdi daima. Gösterişsiz, çalışkan, fedakâr, tipik görev adamıydı Sabri. Tanıdığım hemen her Samsunlunun ortak karakteridir bu özellikler zaten.
Samsun bende hep komşu hissini uyandırmıştır. Öteden beri. Her karşılaştığım Samsunluya da nasılsın komşu? Diye hitap ederim. Şaşırırlar. Ben de biz 54, siz 55; komşu değil miyiz yahu? Diye takılırım. Gülüşürüz.
Samsun’un keşkeği meşhurdur bu arada. Pidesi, simidi de. Bir de Çakallı menemeni. Afiyet olsun.
Özetle; Samsun iyiler, iyilikler şehridir.
Üretim ve bereket şehridir.
Çalışkan insanlar şehridir.
En çok da esarete isyanın ilk adımının şehridir. İstiklâlimizin besmelesinin şehri.