Bundan tam tamına yirmi beş sene öncesiydi; bir şehrin su isleri müdürüydüm. Suyumuz, - her şehir gibi - hızla kirleniyordu. Belediye olarak acilen ‘içme suyu arıtma tesisi’ yapmamız gerekiyordu.
Gerekiyordu gerekmesine de, ‘cep delik cepken delik’ derler ya; işçilerimize beş maaş birikmiş borcumuz vardı. Bunun Türkçesi şuydu: İller Bankası’ndan gelecek aylık hakedişler, bir önceki belediye başkanının önümüzdeki on yıla yönelik borçlanması nedeniyle, eski borçlarımıza mahsup ediliyor, dolayısıyla üç kuruşluk tabela ve emlak, beş kuruşluk su gelirleriyle de ‘arabanın tekeri’ dönemiyordu. Kurumumuzda ekonomik çöküntü diz boyuydu, gerçekten.
Bu olumsuz şartlarla boğuşurken, projesinin çizimi bile 150 işçi maaşını aşan bu arıtma nasıl yapılabilecekti? Nasıl olacaktı bu? Şahıs olarak da kurum olarak da camia/şehir olarak da kara, kapkara günlerden geçiyorduk. Göğümüzdeki kara bulutların arasından umut güneşi görünmüyordu bir türlü.
Nereden duyulduysa duyulmuş; bir gün biri çıkageldi:
“- Ben bu şehrin arıtma tesisinin projesini çizmeye talibim. Babam müfettiş, annem de ilkokul öğretmeniydi benim. İlkokulu bu şehirde okudum. Çocukluğum bu şehirde geçti. Anneannemi bu şehirde toprağa verdim. 1967 Depremini bu şehirde yaşadım. Şehrinize vefa borcumu ödemeye geldim ben.” Şaşkın şaşkın dinliyordum. Aman Allah’ım, neler oluyordu. Devam etti karşımdaki güleç ve temiz yüzlü beyefendi:
“- Bir şartım var yalnız; proje ücreti almayacağım...” Donup kalmıştım. Biz bir göz isterken, Mevlâ’m iki göz birden veriyordu demek şehrimize. Ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı kara kara düşünürken, 'Gocuman Irabbim' bize Hızır'ı göndermişti işte... Hızır dedikleri, Hızır denilen, Hızır diye konuşulan, böyle insan görünümünde olmasındı sakın.
Peki kimdi bu Hızır görünümlü şahıs? Kırk beş yaşlarında, uzunca boylu, uzunca yüzlü, beyaz tenli, kahverengiye çalan seyrekçe saçlı, entelektüel sakallı, daima mütebessim, ince çerçeveli gözlüklerinin ardından derin derin ve zeki zeki bakan bir çift gözün sahibi, İstanbul’dan, Marmara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Çevre Mühendisliği bölümü başkanı Prof. Dr. Ahmet Mete Saatçi'den başkası değildi.
Sonraki süreçte, üç defa bizim şehirde, üç defa da Göztepe Kampüsündeki makamında görüşmelerimiz sürdü.
Saatçi Hoca’m hakkındaki ilk gözlemimi aktarmalıyım: Çok hoca tanımıştım; çok doçent ve profesör ağabeyimiz vardı. Nihayetinde Birlik Vakfı müdavimiydim. İyileri de çoktu aralarında. Ama bu kadar mütevazı, bu kadar samimi, bu kadar öğrenciyle içiçe bir bilim insanını ilk kez görüyordum; şaşırıp kalmıştım yine.
Bir başka gidişimde, yüksek lisans dersi veriyordu odasında. On kadar öğrencisi pürdikkat onu dinliyorlardı. Beni de buyur etti içeriye, bir köşeye iliştim. İlginçti - 1995'lerin Türkiye'sinde ilk kez görüyordum bunu -; odasına hazır çay makinası almış, yarım saatte bir, on öğrencisine ve bana, kendi elleriyle çay doldurup tek tek servis ediyordu. 'Hoca’m ben koysam...' deyip ayağa kalkan öğrencilerine de asla müsaade etmiyordu.
Sonra yemeğe götürdü okul kantinine beni. Yüzlerce öğrencinin arasında biz de kuyruğa girdik. Bir hoca, bir profesör gibi değil de kurumun sıradan bir çalışanı gibi hemhâldi gençlerle. Yemeği öğrencilerin masasında yedik, onlarla şakalaştı gülüştü. Bitiminde gitti, kâğıt bardaklarla hem benim, hem de masamızdaki diğer iki gencin çaylarını da mini bir tepsiyle alıp getirdi, ikram etti.
Gözlerime inanamamıştım. Öyle ya; bizim ülkemizde doktorasını tamamlayanların küçük dağları, doçent olanların orta dağları, profesör olanların da sıradağları - Toros’ları olmasa bile Ilgaz'la Samanlı Dağları'nı - (haşa) 'ben yarattım' edasıyla yürüdüğüne şahit olmuyor muyduk.
Bölüm başkanlığı odasına dönüşümüzde bir sürpriz bekliyormuş meğerse beni: Ünlü gazeteci Nazlı Ilıcak’ın, kız kardeşi kadar ünlü ağabeyi Ömer Çavuşoğlu’nun randevusu varmış Ahmet Mete Hoca ile. Onunla karşılaştık. ‘Sen de kal Fahri Kardeş, onun işi kısa, çabuk biter gider, biz seninle devam ederiz’ deyince, çaresiz oturdum. Onlar konuştular konuştular konuştular; bir su projesiydi mevzu. Ahmet Hoca’ya bir şeyler danışıyordu Ömer Bey. Neyse mevzuları bitti. O sırada bir şey dikkatimi çekti: Bir dönem Fenerbahçe Spor Kulübü ikinci başkanı olan ve sonraki dönemde her televizyon programında, her Pazar maçtan sonra gazetelere, benim de koyu taraftarı olduğum Galatasaray aleyhine sık sık demeç veren, hırçın, fanatik, kışkırtıcı Ömer Çavuşoğlu değildi yarım saattir karşımda oturan; aksine, ağırbaşlı, ciddi, iyi dinleyen, makul, çözümler arayan aklı başında biriydi. Dayanamadım, ‘ama’ dedim ‘siz her hafta kışkırtıcı demeçler veren Sarı Kanarya fanatiği Ömer Çavuşoğlu değil misiniz yoksa?’ Cevap verdi: ‘Yanılmadınız, oyum!’ Devam ettim: ‘Ama orada çok hırçın ve farklısınız?’ Söyle bir nefes aldı, ‘Orası şov dünyası delikanlı, boş ver sen orayı. Hayat burada...’ dedi. Otuz beşindeki ben, böylece bir yaşıma daha girmiştim, hayatın gerçek yüzünü görünce. Ha unutmadan; Ahmet Mete Hoca, odasında, yine kendi elleriyle çay kahve ikram etmişti Ömer Bey’le bana.
Profesör Ahmet Mete Saatçi'deki bu tevazu, samimiyet ve kucaklayıcılık, inanılır gibi değildi. Bu destansı sahnelere şahit olmak ne büyük bir bahtiyarlıktı benim için de. Ülkemin geleceği adına, bilim insanlığı namına, ne çok ümitlenmiştim bu sahneleri görünce.
El altından öğrenebildiğime göre; Rodop Dağlarının eteklerinde Kırcaali Koşukavak’ta doğmuş Türkiye’de büyümüş eğitimci- müfettiş bir babanın oğluydu. Babası, Birinci Dünya Savaşı’ndan İstiklâl Harbi’ne… Osmanlı Ordusunda dokuz sene dokuz sene savaşmış bir Dağıstan Türk’ü, annesi Tuna Nehri kıyılarından, ta Plevne’den gelme bir Türk hanımefendisi olan sınıf öğretmeni bir annenin çocuğuydu Ahmet Mete Saatçi. (Sarışınlığı buradan mülhem pardon tevarüs olmalı.) Anne babasının mesleği gereği, ilkokulu Akyazı Konuralp’ta ve Hendek’te okumuştu. Ardından orta - liseyi İstanbul’da Maarif Koleji’nde. 1967 Adapazarı Depremi o günlerine tekabül ediyordu işte. Üstelik bu edep timsali ağabeyimiz, ODTÜ mezunuydu, yüksek lisans ve doktorasını ABD’de ve İngiltere'de, doçentlik ve profesörlüğünü de yine ABD’de tamamlamıştı. (Bunu şahsi hayranlığımdan değil, o iki ülkede doktora yapmayı, profesör olmayı kutsallaştıran, neredeyse ‘bilimsel ayetullahlık’ sayan ağzı açık ayran delilerine ithaf ediyorum.) Ayrıca Medine Şehrinin su danışmanıydı kendileri. On yıl kadar orada bir üniversitede dersler vermiş, babacığı kanser olunca da İstanbul’a dönmüş, Marmara Üniversitesi’ne intisap etmişti. Sonraki yıllarda, her yaz, bir aylık senelik iznini, Medine'de meslekî görevde ve merhamet peygamberine komşu olarak geçiriyordu.
Son on yıldır da Türkiye Su Enstitüsü’nün başındaydı Ahmet Hoca. Uluslararası Su Forumları düzenliyordu zaman zaman. Fırat ve Dicle’nin Suriye ve Irak’taki sorunları vesaire vesaire... 70’ine merdiven dayadığı şu günlerinde devletine, milletine, ümmetine hizmete bihakkın devam ediyordu.
Şöyle bir sorunun cevabını merak ettiğini duyar gibiyim ey okuyucu: “Sizin şehrin, 150 işçi maaşı tutarındaki arıtma tesisi projesini 'bilgisinin zekâtı' mukabilinde Profesör Doktor Ahmet Mete Saatçi, hem de ücret almadan çizdi, değil mi?” Nerede... Yan yattı çamura battı, allem oldu kallem oldu, şeytan aldı götürdü; vahşi Kapitalizm galip geldi. O sırada (1996 yazı), çok şükür, ben de su işlerinden kurtulup aynı kurumda kültür müdürlüğüne getirilmiştim. İşin akıbetini yakından takip edemedim. Sonradan öğrendiğime göre; nasıl olduysa olmuş, Ahmet Mete Hoca işten uzaklaştırılmış, arıtma tesisi inşa ihalesi yapılırken projelendirme de ihalenin içine dâhil edilmiş, falan da filan... Para/Kapitalizm, zekâtı da vefayı da bedavayı da, iyiliği merhameti ikramı da çöpe atıp yoluna devam etmişti işte yine.
Bu anıdan geriye kalan da, - Urfalı sevgili Mehmet Sarmış kardeşimin kulakları çınlasın - bir güzel insanı daha tanımak ve Ahmet Mete Saatçi'nin bir ara kulağıma fısıldadığı 'her şey para değil Fahri Kardeş. Bu tür projeleri ücretsiz yapmak, benim için, hayatımın ve bilgimin zekâtını vermek kabilindendir' cümlesiydi. Bu cümle, o gün bugün, özel hayatımda bir ders ve ilke olarak - daima - benimle birlikte kasaba kasaba, şehir şehir, ülke ülke dolaşacaktı. (Beni yakından tanıyanlar bunun ne manaya geldiğini anlamışlardır.)
Yüce Calap, her üniversiteye, her kuruma, her şehre onlarca yüzlerce binlerce Ahmet Mete Saatçi gibi güzel insanlar nasip eylesin dileğindeyim ben. Her şehre, her ülkeye, dünyamıza...
Ahmet Mete Saatçi; merhamet ve iyiliğin mücessem hâli. Ve tevazuun. Ve edebin. Ve huzurun.
Profesör cübbeli görünümü üstelik. Bilimsel merhamet. Merhamet profesörümüz o bizim.