Hüdayınabit şair, hüdayınabit yazar, hüdayınabit bestekâr, hüdayınabit ressam, hüdayınabit tiyatrocu sinema oyuncusu olur da hüdayınabit Nasreddin Hoca olmaz mı?
Olur olur.
Olmuş bile.
Bizzat gördüm. Tanıdım. Arkadaş hatta dost oldum. Otuz senedir de beraber yaşıyoruz. Gün geliyor şehir şehir geziyoruz onunla, gün geliyor ülkeler aşıyoruz. Kâh İstanbul’dayız kâh Edirne’de, bazen Manisa’dayız, bazen İzmit’te. Bir ramazan Makedonya’da Gostivar Saat Camii’nde ‘enderun usulü’ teravih kıldırıyor o, bir başka ramazanda Kosova Prizren Sinan Paşa Camii’nde. Bulgaristan Şumnu Tombul Camii mihrabı da tanır onu, Kırcaali Merkez Camii mikrofonları da.
Biz de tanıdık yaşadık bildik: Yaşayan Nasreddin Hoca’dır o.
En sahicisinden, en hakikisinden, en afilisinden hem de. Bana inanın lütfen.
Tebessümü Nükteyi Camiye Sokan Kahraman
Öncelikle o bir hâfız; yani hâmil-i Kur’an! Ve kâmil-i Kur’an. ‘İslâm güzel ahlâktan’ ibarettir düsturunun simgesi, sembolü, abidesi adeta!
Yaş haddinden re’sen emekli edildiği güne kadar, görev yaptığı kırk üç sene her sabah, sabah ezanını ve mukabelesini okumuş bir müezzin. Bir disiplin ve görev abidesi.
Sonra, yarım asra yaklaşan meslek hayatında ‘dini tebessümle güzelleştirmiş’ bir kahraman o.
Nükteyi, mizahı, gülümsemeyi, gülümsetmeyi camiye sokan adamdır.
Bir Müezzin Düşünün Daima İmamla Arası Açık Olsun
Bilenler bilir, bir camide çoğu kez imamla müezzinin arası pek iyi olmaz. Uyum problemi vardır çoğu kez. Zira mizaçlar ayrı, meşrepler ayrı, duyarlıklar farklıdır.
İşte ‘imamla aran nasıl?’ sorusunu ‘açık’ diye cevaplayan, ‘nasıl yani?’ şaşkınlığına da ‘aramızda yirmi metre cemaat var, o mihrapta ben müezzinlikte’ diyen, yolculukta bir köy camisinde akşam namazını kıldırdıktan sonra, çıkışta cemaate ‘ben imam değil müezzinim (mesleğini işaret ederek), namazınızı iade edebilirsiniz’ diye şaşırtan ‘çağdaş Nasreddin Hoca’mızdan söz ediyorum size ben.
Alay etmez, küçümsemez, küçük düşürmez nüktelerinde; güldürür, güldürürken düşündürür ve İslâm’ı daha güçlü, daha içten, daha derin sevdirir.
Yalazanın/doğaçlama tiyatronun da kitabını yazan adamdır o.
Türk Tasavvuf Müziği ve Türk Sanat Müziği’nin en müstesna şarkılarını da enfes icra eder.
‘Dönülmez akşamın ufkundayız’ı onun kadar iyi icra edene rastlamadım altmış yıllık ömrümde ben. Samimiyim.
Okuma Yazması Olmasa da Orhan Camii Üniversitesi’nde Profesördür
Hüdayinabittir demiştik. Ne demektir hüsayınabit olmak? Kendiliğinden yetişmektir. O işin eğitimi görmeden, Allah vergisi yeteneğiyle kendini geliştirmek demektir mesela.
Bir gün bile okula gitmemiş olmak demektir mesela; ilkokul diploması dışarıdandır bizimkinin. Nota da bilmez beste de. Ama hayatı üniversite kürsülerinde ders olarak okutulacak adamdır o.
Ona göre otuz altı yıl süreyle müezzin statüsüyle görev yaptık Adapazarı Orhan Camii, gerçek bir üniversitesidir, yaşayan bir medresedir.
O bir halk filozofudur. O bir iletişim üstadıdır.
O sadece yaşadığı Adapazarı’nın değil, ülkesinin, yüzyılının, ümmetinin yüz akıdır; yüz akı, neşesi, tebessümü.
Onu tanımak, onu sevmek, onunla yaşamak şu ‘üç günlük geçici dünya’da bir ödüldür bizler için; ödüllerin en güzeli. Sizler de tanıyın; tanıdıkça zenginleşin, neşelenin, güzelleşin istiyoruz.
Zîra; bu dünyayı güzelleştirmeye gelmedik mi hepimiz!
Dünyamızı güzelleştirenlere selâm olsun erenler.
‘Dini Sevdirmeye Çalıştım, Gücüm Yettiği Kadar’
Hâfız Hasan Çolak hayat felsefesini şu sözlerle anlatıyor:
‘Rabbime şükürler olsun ki, kırk üç sene bana görev yapmayı nasip etti. Yine şükürler olsun ki, kırk üç sene, her sabah camide Kur’an okumayı bana nasip etti. Görevime çok düşkündüm. Emekli olduktan sonra açık alınla şehirde geziyorum. Öbür tarafa giderken götüreceğim en büyük şeref levhası budur. İnsanlara dini sevdirmeye çalıştım, gücüm yettiği kadar. Görev yaptığım Orhan Camii’nin mam-müezzin odası bir okul, bir üniversite, bir medrese gibiydi. Yüzlerce binlerce güzel hatıramız var. Benim demli ve karanfilli çayımdan içmeyen hemen hemen yoktur.’
‘Güzel Yalaza Yaparım’
‘Şakayı çok güzel yaparım ama inancımdan, dinimden en ufak taviz vermeden. Şakalarım meşhurdur. Kimseyi kırmadan, insanları gücendirmeden güzel yalaza yaparım. Şimdi diyeceksiniz ki, yalaza nedir? Yalaza bizim Sakarya Taraklı dilinde ‘abartılmış muhabbet’tir. Aslını sorarsanız, ‘tilki muhabbeti’dir derler. Yalan söylemeden, olmamış bir şeyi olmuş gibi gösterme sanatıdır. Bir nevi şakadır. Bir örnek vereyim: Orhan Camii’nde müezzinim. Biri bana sordu: ‘İmamla aran nasıl?’, ben de ‘Aramız açık’ dedim. Adam birden havaya girdi, hayrete düştü. ‘Neden?’ diye sordu. Baktım ileri geri konuşacak, ‘Aramızda cemaat var, yirmi metre mesafe var!’ dedim gülüştük. Ben devamlı müezzin mahfilinde, imam mihrapta, aramız en az yirmi metre, cemaat var. Her zaman aramız açık çünkü.’
‘Kızımla Damadımla Otuz Yıllık Dargınlığım
Tecvit üzere bir yalaza. Bir Ramazan bayramı haftasıydı. Yıl 2006. Adapazarı Orhan Camii müezziniyim. Müftülüğe uğradım. Görevli arkadaşlar çay söylediler. Baktım kimisi kızından, kimi oğlundan, kimi gelininden, kimi damadından şikayetçi. Hemen ortaya atıldım:
‘Benim gibi erkek olun. Ne kızı ne damadı eve sokuyorum. Konuşmuyorum da’ dedim.
Ortalık bir karıştı. ‘Böyle bir neşeli insan, kızıyla damadıyla dargın olur mu, yakışıyor mu hafız adama’ dediler. Baktım benim yalaza tuttu.
Bayramdan sonra bizim sıra gecelerimiz olur; şehrin ileri gelen eşrafı, bürokratı, daire müdürleri, müftüleri, dekanları profesörleri… yirmi kişi kadar iştirak ederler. Çiğ köfte yapılır genellikle, muhabbet olur, tasavvuf müziğinden ilahiler, Türk Sanat Müziği şarkıları okuturlar bana. Neşeleniriz hep birlikte. O gecelerde öğünmek gibi olmasın iyi bir yerim vardır, baş köşeye oturturlar beni.
‘Barıştırmak İçin Ne Müftüler, Ne İlahiyat Dekanları, Ne Valiler Araya Girdi Ama Nafile’
O tarihte Çaybaşı Belediye Başkanı olan Osman Aydın Bey’in evinde sıra gecesine toplandık. Gene mâlum kadro. Orhan Camii’nde beraber görev yaptığımız imam arkadaşımız Alaaddin Beşel, güya telefonla konuşuyor gibi yaptı, döndü haziruna, ‘Arkadaşlar, telefonda konuştuğum Hasan Ağbimizin eşiydi. Yengemin hepinize selamı var. ‘Oradaki dostları ne yapıp edip Hasan Hafız’ı ikna etsinler ne olur, ben artık dayanamıyorum, kızımla damadımla barıştıranlar’ diye istirham etti’ deyince ortalık bir karıştı, nasıl olur falan diye. Hepsi üzerime çullandılar, ‘Ne olur, barış’ diye. Ben ‘Lütfen bu toplantının havasını bozmayın. Israr da etmeyin. Vallahi de billahi de ölene kadar barışmayacağım, eve de sokmam. Siz işin aslını bileseniz, vallahi alakadar olmazsınız; Allah aşkına üstüme gelmeyin’ diye itiraz ettim. İl müftüsü Sinan Cihan Hocam o zaman yeni gelmişti. O da müdahale etmek isteyince, usulca kulağına fısıldadım: ‘Ne olur siz alakadar olmayın, işin aslı başka’ dedim. O kenara çekildi. Herkes beni barıştırmak için uğraşırken, tam o sırada Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Suat Cebeci geldi, şimdilerde Yalova Üniversitesi Rektörü) katıldı toplantımıza. Hemen ona da durumu anlattılar. Çok üzüldü ve etkilendi. ‘olamaz’ dedi, ‘Hasan Hafız beni çok sever, beni kırmaz, demek ki barışmak için beni bekliyormuş, hemen üç yüz kişilik bir barış yemeği verip barıştıralım. Bu yemeği vermek de bana düşer’ dedi ve en az otuz tane barışmak ve dargınlıkla ilgili ayet hadis okudu, ben de o arada ‘Hocam; siz bu işin içyüzünü bilseniz vallahi alakadar olmazsınız’ dedim ama o kadar hararetliydi ve o kadar odaklanmıştı ki barışa, hiçbir şey görmüyordu gözü, ben ‘Vallahi de billahi de barışmam, eve de sokmam’ dedikçe daha çok sinirlendi, ‘Senin peşinde namaz olmaz’ dedi.
‘Ehliyetim Yok ki Komiser Bey, Nasıl Puan Düşürttüreyim’
‘O sırada ev sahibi - belediye başkanı - boyunun kısalığından ötürü benim ‘Altı Otuz Beş Osman’ dediğim Osman Aydın devreye girdi: ‘Ben geçenlerde Adapazarı’na giden Değirmendere minibüsüne bindim. Tam şehre girerken E-5 Karayolunda, Pekşenler Mevkiinde trafik polisleri bizim arabayı çevirdiler. Polis memuru arkadaş, bizim şoföre 75 lira ceza kesti. Komiser içeriden bağırdı; ‘beş puan da ehliyetinden düşün!’ Bizim şoför itiraz etti, ‘hayır, puan düşürttürmem!’ Bunun üzerine buz gibi bir hava esti. Komiser ‘acaba bu şoförün bir yakını bakan, milletvekili filan mıdır, arkasında önünde kim vardır’ diye dalgın ve düşünceli bir hâlde sordu: ‘Niye düşürtmüyorsun?’ Şoför gayet masumane cevap verdi: ‘Ehliyetim yok ki komiser bey, nasıl düşürttüreyim!’ Komiserin de bu çok hoşuna gitti, başladı gülmeye, ‘verin bunun cezasını da geriye ‘ dedi ve parayı iade ettirdi. Hocamın kızı da damadı yok ki, nasıl barışsın’ deyince, bir kahkaha tufanı koptu, bir velvele ki görmeyin gitsin! Dekan Hocam Prof. Dr. Suat Cebeci buna çok bozuldu ve bana; ‘Hocam, vallahi de sana hakkımı helal etmem, bir kuzu kesmezsen’ dedi. Bu o kadar duyuldu ki, ilimizin Valisi Nuri Okutan ile Emniyet Müdürü Mustafa Aydın, bir gün çıka geldiler. Çok kararlılar; tek dertleri var ‘beni barıştırmak’. Israrla barıştan söz ediyorlar. Onlara dedim ki, ‘Biliyorsunuz ben Taraklılıyım, Taraklı’nın da yalazaları meşhur. Siz bu konuyla alakadar olmayın. İşin içyüzünü bilseniz hiç ama hiç girmezsiniz!..’ Bu yalaza o kadar büyük şöhret buldu ki, yıllardır hâlâ her gün bir yerlerde konuşur ve anlatılır oldu. Nereye gitsem bana herkes: ‘Hocam damatla aran nasıl, kızını artık eve sokuyor musun?’ diye soruyorlar. Bu yalaza beni “Marmara Bölgesi Yalaza Başkanı” makamına yükseltti.’
Hâfız Hasan Çolak’ın Meşhur Yemek Duası
Doktorlar Hasan Hoca’mıza kırmızı eti yasaklamışlardır. ‘Hayvan hakkı yemeyeyim, onların haklarına girmeyeyim’ düşüncesiyle de ot türü şeyler de yemez. Geriye tek sevdiği kalmıştır: Kuzu eti. Yaşayan Nasreddin Hoca; Hafız Hasan Çolak’ın, genellikle dostlarıyla birlikte kuzu yedikten sonra yaptığı dua, Arapça bölümünden sonra şöyledir: ‘Yediklerimiz aş değil yaştır. Sofra sahibini çoluk çocuğu ile beraber Mekke’yi Medine’yi dolaştır, gönlündeki bütün hayırlı muratlarına eriştir. Bizleri de böyle etli sütü tatlı sofralara sık sık kavuştur. Sofrada bulunan kardeşlerimizi de böyle güzel sofralar vermeye alıştır. İşimiz zor da olsa bu güzel sofralara bizi tekrar kavuştur. Sofralarımızın bol bereketi içün, yeryüzünde İslam ve Kur’an’ın hakimiyeti içün, rızıklarımızın bereketi içün, hesabını veremeyeceğimiz rızıklardan bizlerin uzak olmamız içün, evlatlarımızın İslam’da daim olmaları içün, güzel vatanımızı her türlü kaza ve belalardan, sel afatından, yangından, zelzeleden, düşman istilasından, görünür görünmez güç yetişmez kaza ve belalardan muhafazası içün, cümle geçmişlerimize rahmet olması içün, bu güzel sofraların tekrarı içün, Allah rızası içün, elfatiha.’
Sadık Yalsızuçanlar: ‘Hasan Hoca Aklıma Geldiğinde Kendi Kendimi Gülerken Yakalıyorum.’
Şair Ercan Yılmaz’a göre, ‘Bana İslâm'ın güleryüzünü hatırlatıyor daima. Medeniyetimizin böyle ak sakallı bilge geleneğinin bir devamı o’, Vali Hasan Duruer’e göre ‘Ahsen bir insandır Hasan Hocam, adı gibi güzel insandır. İslâm’ın güzel yüzünü gösteren bir insan’, Yazar Sadık Yalsızuçanlar’a ise şu özleri söyletiyor: ‘Hasan Çolak hocayı, Fahri Tuna ağabeyin kurduğu bir dost meclisinde tanıdım. Ayrıldığımda hâlâ gülüyordum. Zaman zaman Hasan Hoca aklıma geldiğinde kendi kendimi gülerken yakalıyorum. Meğer hem bir İslam arifi olan hem de ironiyi en üst düzeyde kullanan Nasreddin Hocamız yaşıyormuş. Hasan Çolak gibi hocaların güler yüzlü, toleranslı, rahat, özgür ve nüktedan diline, tavrına, edasına çok ihtiyacımız var.’
Evet; Neşet Ertaş, Âşık Veysel gibi mesleği müezzin olan bir ârif Hâfız Hasan Çolak. Orhan Camii Halk Üniversitesi’nde profesör. Hayatı da kitaplaştı zaten. Fahri Tuna kitaplaştırdı. Camilerimizin tebessümü o. Hayatımızın tebessümü