Yöneten: Nermin Kaçar  (Roman Yazarı / Bolu)

Hatice Kızılorman (Öğretmen / Adapazarı): a) Öykücü doğulur mu, olunur mu? b) Bir öykücüyü  en çok ne besler?'                                                                                                                                                    Öykücü doğulur desem öykücü olunur diyenler küsecek. Öykücü olunur desem öykücü doğulur diyenler küsecek. Ne diyeceğimi bilemedim. Keşke siyasetçiler gibi, topu taca atma imkânım olsaydı. Yetenekli olanlar, belli süre o yetenekle gidebiliyorlar. Özellikle ilerleyen yaşlarda tekrara düşmemek için gayret etmeleri lâzım. Kuş kanadı gibi düşünmek lâzım, çift kanatlı olmak lâzım. Ernest Hemingway pek de okuyan yazan adam değilmiş. Halkın arasında, balıkçı filan. Hayattan besleniyormuş. Ama sadece hayattan beslenenler de sürekli yazı yazmak açısından zayıf oluyor. Edebiyatla ilgili malumat sahibi olamıyorlar. Dolaysıyla edebiyatla ilgili bilgi sahibi olmak, yürüdükleri yolun büyüklerini takip etmek, edebiyatı kendine mesele etmek, hasılı çalışmak ve okumak gerekiyor. Yoksa sadece hayattan beslenerek, sayısı ve derinliği az öykü çıkıyor. Ve ilerleyen yaşlarda tekrara düşüyor hayattan beslenenler. 

Yusuf Yılmaz (Yazılımcı / Sakarya): 'Bir yazar olarak, okurunuzla bağınızı nasıl kuruyorsunuz, anlatır mısınız?’                                                                                                                            Önceden zormuş bu işler. Mektupla. Veya yazarın yaşadığı yere gidip ziyaret ederek oluyormuş. Genelde yazarın yaşadığı yer İstanbul oluyormuş. Günümüzde bağ kuracak yöntem çok. Sizi okuyan okurlarla iletişim kuruyorsunuz. Bir de insanlarımızın hassasiyetleri var. Din ve gelenek ağırlıklı hassasiyetler. Ben de buna çok dikkat ediyorum. Okur hem derdinden hem dermanından bahseden metinler görüyor.  Bu da okurun çok hoşuna gidiyor.

Aysel Gedik (Gıda mühendisi / Mersin): ‘Kişinin yazması ve okuması için en önemli ölçüt nedir? Merak tutkusu sizi yazmakta nasıl etkiler?                                                                                                           Ben yazarken babamın dediğini, okurken de anamın dediğini tutuyorum. İkisi de hayatta değil. Annem, seni neşelendirmeyen, karamsar, seni çiçeklendirmeyen kitapları okuma, dedi. Ben de onları okumuyorum. Yazma konusunda da babamın dediğini tutuyorum: Oğlum, çok yazıp da milleti sıkma, dedi. Ben de kısa yazıyorum. Beni sürükleyen şey, merak. En çok da hikâye. Babam memurdu. Çocukken evimize Yeni Devir Gazetesi alırdı. Çok ciddi gazeteydi. Hiç hikâye yoktu. Komşumuz Hürriyet okuyordu. Çocukken, ondan kucak dolusu gazeteler alıyordum ve kucak dolusu hikâye okuyordum. Meraklıydım. Küçük öykü, hikâyeler, hatıralar… Eskiden radyolarda “Arkası Yarın” kuşağı vardı. Onlar dinleyenlerine kitap hediye ederdi. Mesela Poyraz Yayıncılık’ın, Unutulmayan Hatıralar kitabı var. Hâlâ saklıyorum. Küçükken onu defalarca okudum. Benimki hikâyeye olan meraktı. Devamında da sinemaya olan alakam vardı. Yani kişiyi sürükleyecek, okur olarak diri tutacak merak ve hevesiniz olması lazım. Yoksa birilerinin tavsiyesiyle yapılan okumaların sağlıklı neticeler verdiğini düşünmüyorum. 

Nalan Aşkın Solmaz: (TDE öğretmeni / İstanbul): 'Siz, lisans olarak İletişim okumuş bir yazarımızsınız. Yazarlıkta edebiyat okumamış olmak avantaj mı dezavantaj mı? Bu konuya nasıl bakıyorsunuz?’                                                                                                                                               Edebiyat okumuş ve edebiyattan soğumuş çok fazla tanıdığım var. Bunlar edebiyat öğretmeni üstelik. Allah onlara yardım etsin. Ama edebiyat, yaratıcı yazarlık kurslarıyla teoriler birleşerek, yavaş yavaş gelişiyor. Hatta Edebiyat Fakültelerinde yaratıcı yazarlık bölümleri bile açılabilir. Bence Edebiyat Fakültelerine girerken, yetenek sınavı yapılabilir. Hiç olmazsa hevesi ölçülebilir.

Nermin Kaçar (Emekli memur / Bolu): “İki kitabınızı okudum ve hayran kaldım. Okuduklarımın ortak özelliği, kaleminizin, güldüren, düşündüren ve en sonunda da ağlatan olması. Anlatımınız da çok samimi ve bizdendi. a) Bu kadar donanımlı bir kaleme sahip olmanızda, yaşadığınız, doğduğunuz bozkırın etkisi var mı? Coğrafyanın kaleminize etkisi ne ölçüdedir? b)  Bizlere kendimizi geliştirmek anlamında önerilerinizi, tavsiyeleriniz nelerdir?”                                                Yaşadığınız yer sizi illa besler. Aşağı da çekebilir. Çevreden beslenmek tarif edilecek bir şey değil. Nerden, nasıl, ne kadar beslenirsiniz bu kestirilemez. Ben mesela, ömrümde beş kere bile kahvehaneye gitmedim. Sevmiyorum. Öğrencilerin gittiği kafeleri de sevmiyorum çok gürültülü oluyorlar. Ben arkadaşımın dükkânına gidiyorum. Orada akşama kadar, kırk çeşit insan görüyorum. Onları göre göre ben de beslenmişim. İlla yazmak için yaşamak da şart değil. Ben köyde yaşamadım. Ama köyü çok iyi anlattığımı söylüyorlar. Esnaf hikâyelerim de var ama ben memur çocuğuyum. Hiç esnaf akrabam da yok. Bu esnaftan beslenme meselesine bir örnek verelim. Avm’de hamburgerinizi yer, çıkarsınız. Ama esnaf lokantasına selamün aleyküm diyerek girersiniz, menü yoktur usta ne yapmışsa onu yersiniz, boş bulduğunuz masaya oturursunuz rezerve yer yoktur, yemeğinizi yerken, çorbanızı içerken hâl hatır sorarsınız, sonra paranız çıkışmadıysa bir dahaki sefere öderim diyebilirsiniz, hayırlı işler diyerek çıkarsınız. AVM’de bunlar yoktur. Hayırlı işler diyeceğiniz kimseyi bulmazsınız, iletişim kuracağınız kişi yoktur. Demek istediğim şu; Eski yaşam tarzında iletişim artıyordu. Ve iletişim arttıkça size kalan malzeme artıyordu, birikiyordu, yazar da bu birikimi kâğıda döküyordu.

Necla Dursun (Bankacı / İstanbul): '‘Kalfa Uykusu, Ah Mercimeğim,  Enişte Risalesi,  Yengeler Cumhuriyeti... Kitap isimlerini nasıl belirliyorsunuz. Bu dikkat çekici kitap isimlerinin belirlenmesi bir süreç mi yoksa metinlerin içinden mi çıkıyor? Sizin bir kitap adı tespit formülasyonunuz var mı? En az şu kadar kelime olacak, mutlaka Türkçe kelimelerden oluşacak,  alt başlığı olmayacak ve bunun gibi?”                                                                                              Eski adamlar düzensiz işler için  “gara düzen” derlerdi. Bizim kitap isimleri de öyle işte. Kalfa Uykusu, berber kalfalarının uyuduğunu yazdığım yazıdan geldi. Enişte Risalesi - Yengeler Cumhuriyeti’ni de ben bulmuştum. Kızım Leyla’yı, Ah Mercimeğim diye seviyorum. O oradan çıktı. Bozkırda 66’yı editörüm bulmuştu. Yani bir özel gayret bir sistem yok, nasip var diyelim. 

Aslıhan Akkoyunlu (Türkçe öğretmeni / Adana): 'Yozgat'a ve annenize olan sevginizin – bağlılığınızın – sizin, taşranın hikâye anlatıcısı olmanızda etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bugünkü Mustafa Çiftçi, bu yönlü tercihlerini; Ankara’ya açılan bir kapısı olmasına rağmen, dönemin edebiyat mecralarını güçlü kalemlerini tanıma ve şahsen tanınma açısından bir kayıp olarak düşünür mü? Nasıl değerlendiriyorsunuz?’                                                                                                     İşin açıkçası Michael Jackson ile aynı sahneyi de paylaşacak olsam, annemi terk etmezdim. Mahcup biriyim ben. Ankara’da öğrenciyken Türkiye Yazarlar Birliği’ne de Hece Dergisine de gidemedim. Fakülteye de gitmezdim. Yurtta oturur dururdum. Annem yanımda olsaydı oralara giderdim ama. Ben annekoliğimdir. Ben marazi şekilde annemi seviyordum. Benim kariyerim annemi sevmektir. Ama bu arada da okuyordum. Günlük tutuyordum. Günlükleri evlenirken yaktım, başıma iş almamak için. İyi de etmişim. Yazar olacağıma dair hevesim vardı ama umudum azalıyordu. Çünkü dergilere verecek yazım da yoktu. Bir arkadaşım bir yazımı alıp Sivas’a, Aşkar’a gördü. Onlar hikâye yazmamı istediler. Orada yazdıkça diğer dergiler de istemeye başladılar. Yazma planım, kariyerim yoktu benim. Annemi 2017’de kaybettim. Şimdi şikâyet olmasın ama annesiz olmak, nefes alamamak gibi bir şey benim için. 

Betül Açıkgöz (TDE öğretmenliği öğrencisi / Yalova): ‘a) Bir süre Afrika’da bulunmuşsunuz. Yurt dışında bulunmak yazarlığınızı nasıl etkiledi? b) Samimi bir kaleme sahip olmak için neler yapmalıyız?’                                                                                                                                                                 Bir insan, ben samimiyim derse, bu onun samimi olmadığına işaret sayılmalıdır. Samimi insanlar, ben samimiyim, demezler. Çünkü samimi olduklarını bilmezler. Samimiyet fark edilince ölen bir haldir. Afrika meselesine gelince. Yurt dışı işim bir garibanlık hikâyesidir. On üç arkadaş, İngiltere veya Kanada’ya gitmek istiyorduk. Babam, biraz param var. Evlendireyim mi yurt dışına mı göndereyim? Diye sordu. Ben de yurt dışı dedim. Paramız azdı, Afrika’ya gittim. Afrika deneyimim, parasızlıktan oldu biraz. Başkent Johannesburg’ta bir okutman, evini oda oda kiralıyordu. Birbirimizi tanımıyoruz. Cahil cesareti benimkisi. Bir odanı bana kiralar mısın, diye bir soru sordum, eposta ile. Olur dedi. Bizi havaalanında karşıladı. Mastır kaydımızı yaptırdık. İngilizce hazırlık filan okuduk. Ama Türkiye’de 2000 krizi olmuştu, para bitti. Aileden de ayrıyız. Mastırı yarım bıraktım, döndüm. Aslında birçok mastırı yarıda bıraktım ben. Dönünce de evlendim ama param yoktu. Eşya da alamadık. Bugünkü gençlerin evlenirken aldığı hiçbir eşyayı alamadık evlenirken. Allah neler nasip ediyor, yeter ki ecik sabır...

Yasin Andaç (TDE yüksek lisans öğrencisi / İstanbul):Dünyaya bir kez bakarız, çocuklukta. Geri kalanı hatıradır.(Louise Glück) Veya bizden bir cümle olarak, ’Hayat çocukluktur, gerisi hikâye’ cümlelerinin, eserleriniz ve hayatınızla ete kemiğe bürünmüş hâlisiniz. Çocukluğunuzun yazar kimliğiniz üzerindeki etkisini açıklayabilir misiniz?’                                                                                                        Erkek çocukları kaç yaşına gelirlerse gelsinler, çocuktur. Anneleri ölünce bir anda ihtiyar olurlar. Ben çocukken herkesi dinlerdim. Dedemi dinlerdim. Şimdi teyzemlere, dayılarıma diyorum, dedem böyle böyle demişti, diye, yooo bize demedi, diyorlar. Dedem 96 yaşında vefat etti. Mutlaka anlatmıştır. Ben okuduklarımı unutuyorum ama dinlediklerimi unutmuyorum. Övünülecek bir şey değil ama. Böyle. Gördüğümü ve duyduğumu unutmuyorum ama okuduklarımı unutuyorum maalesef. Şeker hastası olduğumdan beri unutmaya başladım.

Emre Karaman (Yazılım mühendisi / İzmit):                                                                                                                                                                       ‘a) Dil, b) Üslup sizin için ne ifade ediyor? c) Bize mutlaka okumamızı önereceğiniz beş öykücü/beş öykü kitabı?                                                                                                                                   Ben yazar tavsiyesinde bulunmuyorum. Yaşayanları söyleyince ölenlere ayıp oluyor. Ölenleri söyleyince yaşayanlara ayıp oluyor. Yozgat tabiriyle söyleyelim: Dişinize danışın, canınız neyi okumak istiyorsa onu okuyun. Üslup ve dil, bilinçli yaptığım bir şey değil. Gerçek sanatçıların sadece bir üsluptan başka bir üslup edinmesi çok zor. İkinci bir üslup edinmek şizofrenik bir şeydir. Kurmaca yazmak, - kendimi de işin içine katarak söylüyorum - şizofrenliğin sınırlarında dolaşmaktır. Çünkü olmayan bir kişiden, hikâyeden bahsediyorsunuz. O metne kendinizi katıyorsunuz. Olmayan dertlere ağlıyorsunuz. Bunlar hastalık derecesinde maharetlerdir.

Hümeyra Akargeçer (Güzel sanatlar öğretmeni / Adapazarı): 'Kitap yazarken ki ruh hâliniz önemli mi? Yazmak için belli bir saat ve mekân tercihiniz, ritüeliniz / olmazsa olmazlarınız var mı?’                                                                                                                                                                      Yazarken ritüelim var, demek çok havalı bir şey. Ama hiçbir ritüelim yok. Bir odam var, orada oturuyorum. Bir bilgisayarım var, emektar. Geçenlerde beni havaya getirdiler, Apple bir bilgisayar aldırdılar, bana. Başkasının aklıyla davranmanın yanlışlığını yaşadım. Hanıma verdim. Allah’tan eskisini atmamışım, ona döndüm. Tek ritüelim yok. Tütün içmiyorum. Ama çok çay içerim. Ritüelim olsaydı burada hava atayım isterdim. Mesela, yağmurlu günlerde yazabiliyorum demek isterdim. Ama yok öyle hallerim.

Duygu Deniz Karataş (Psikolog / Sakarya): ‘Siz, TRT1’deki ‘Gönül Dağı’ dizisinin senaristi olarak da biliniyorsunuz. İşin aslı nedir Mustafa Bey? Bir de senaristlerin dizilerden ciddi bir ekonomik geliri oluyor mu, olmalı değil mi?’                                                                                                Benim hikâyelerimden ilhamla o diziyi senaristler yazıyor. Ben yazmıyorum. Ben onlara 40 hikâye verdim. Oradan yazıyorlar. Senaristler değil de yapımcılar iyi para alıyorlar. Senaristler de biraz. Eser sahipleri çok az. Bunu Yozgatlı hemşerilerime anlatmam çok zor oldu. Hemşerilerim babama ‘Mustafa bölüm başına 50 bin lira alıyormuş, doğru mu?’ diye soruyorlar. O da alıyor ama o kadar da değil, demiş. Başrol oyuncusu ve yapımcı iyi para alıyor. Bizim Yozgatlılar bana, kaç daire aldın? diye soruyorlar. Ben de bırakın daireyi, bir dairenin kalorifer peteklerini bile alamadım, diyorum.

 Aygül Yıldırım Uzun (Aktivist - yazar / Bolu):  'Gönül Dağı dizisinde bir sahnede geçen cümle vardı, beni de çok etkilemişti: "İnsan insan derler Dayı, insan nedir bildin mi sen"; bu cümle için sizin neler söyleyeceğinizi merak ediyorum?’                                                                                                             O cümle benim değil senaristlerin cümlesi. İnsan nedir? Oğluma kızıma da bunu aşılamaya çalışıyorum. Bazı meselelerin çok fazla didiklenmeye ihtiyacı yok. Allahü Teala bir şeyi açıklamışsa, tanımlamışsa o meseleyi sorgulamaya gerek yok. Batılı entelektüeller çıkardı bunu. İmanı sorgulamaya gerek yok, endişe etmeye gerek yok. İnsanın ne olduğuna da Allah cevap vermiş. Hem eşrefi mahlukat, hem zübdei adem, hem esfeli sâfilin. İnsanlar durup oturup kendine mesele çıkartmayı entelektüellik zannediyorlar. Yazıyorsan, insanlar da anlıyorsa, güzel işte.  İmanı sorgulamayı aydın olmanın şartı gibi görüyorlar. Allah iman nimetini vermiş bunu didiklemenin adı ne yazarlık, ne ilim adamlığı...

İbrahim Gürel (Yazar / Adapazarı): ‘a) Sizce öyküde başarılı bir kurgu için olmazsa olmazlar nelerdir? b) Öykü kuramları öykücü için bir şablon olarak görülebilir mi? Siz öykü kuramları hakkında ne düşünüyorsunuz?’                                                                                                                Yazmaya yeni başladığımda kuramsal metinleri okumanın çok da faydalı bir şey olmadığını düşünüyordum. Kültür mantarı için bodrumda gübre toprak torf vesaire bir yatak oluşuyor. Kuramları da böyle düşünüyorum. Kuramları öyküye bir yatak diye düşünüyorum. Kurguda olmazsa olmaz şart, samimiyetin okura geçmesi. Her okuduğunuz metinde bir hissiyat, bir anlam bulutu oluşur. Belki hemen belki on yıl sonra bir metinde kendini gösterir. Her hangi bir yazarın kurgulamadığını siz kurgulayabilirsiniz. Güzel tarafı bu işte. Hikâye yazmak da böyle bir şey. Edebi metin de sanki yaşayan biri olduğu için insanı heyecanlandırıyor. Akademik yazılarda bu yok işte. Dünya durduğu müddetçe farklı formlarda da olsa hikâye anlatıcılığı devam edecek.

Fahri Tuna (Yazar - Yazistanbul proje müellifi / Adapazarı): ‘Mustafacığım, canım kardeşim; sana ikişer, üçer kelime ile cevap vereceğin, on soru yöneltmek istiyorum:

a)      Bozok? Atalarımız.

b)      Yozgat? Ana yurdum, baba ocağım.

c)       Hastane Önünde İncir Ağacı? Sızı.

d)      Çamlığın Başında Tüter Bir Tütün? Hasret.

e)       Şeyh Ahmet Efendi? Babam, dedem, şeyhimiz adı gibi “Efendimiz.”

f)       Dr. Ali Şakir Ergin? Evladı Resul değil ama Ahmet Efendi'nin oğlu. Sadece benim değil tüm Yozgat'ın ağabeyi.

g)      Ödül ve Bidenecik gardaşım Hüseyin? Bidenecik gardaşım.

h)      Yazmak? Nefes almak.

i)        Neşet Ertaş? Neşet Ağam.

j)        Gönül Dağı? Türküsü de dizisi de gönlümde çok özel yeri olan eserler.