Balkanlarda Türk olmak zor zanaat. Yalnızca Türk olduğun, sadece Türk olduğun, bir tek Türk olduğun için, bin bir engelleme, zorluk ve ötekileştirmelere maruz kalmak demektir. Altı asırda birikmiş olan öfkelere kızgınlıklara şiddetlere muhatap olmak demektir, hiç hak etmediğiniz hâlde.
Balkanlarda Türkçe yazmak; işte zorların da zoru! Medeniyetimize Yahya Kemaller, Mehmet Akifler, yüzlerce divan şairi, bilim ve devlet adamı yetiştirmiş Urumeli’nde, yüz yılı aşkın süredir devletten, okullardan, çarşı pazardan; yani hayattan çıkartılmış (kovulmuş mu desek); hatta nüfus kâğıtlarından silinerek sadece dört duvar arasında hapsedilmiş bir dilde, şiirler, hikâyeler, romanlar yazmak!..
Yüz on yıl sonra da olsa, Türkçenin kalesi durumunda genç yazarlar var Balkanlar’da. Şiiriyle, öyküsüyle, romanıyla, hatırasıyla, portresiyle, seyahat notlarıyla, denemeleriyle; önümüzdeki elli yılda Urumeli’nde ses bayrağımız Türkçe, bu genç kalemlerin omuzlarında dalgalanacak. Yürekten inanıyorum ben buna. Her birisi kahraman bu kalemlerin. Çağdaş Ulubatlı Hasanlarımız onlar bizim. Ulubatlı Zeynel, Rüstem, Mehmed. Ulubatlı Leyla, Sibel, Şefika, Güllü. Ve dahi, Taner, Hayat, Alla Büük.
Bu yazımızda, altı Balkan ülkesinde Türkçeyi ses bayrağı olarak dalgalandırmaya devam eden yüz kadar isim arasından on şairi tanıtmaya çalışacağız. Becerebilirsek.
Unutmadan: Günümüzde Prizren’den öteye edebiyat dili olarak yerleşik bir Türkçe bulunmadığı acı hakikati karşısında, seçimlerimizi, Kosova, Kuzey Makedonya, Yunanistan (Batı Trakya), Bulgaristan, Romanya ve Moldova’dan (Gagauz Yeri) yapmak zorunda kaldığımızı üzülerek hatırlatırım. Bilvesile, onlarca ismi daha yazmak zorunda olduğum hâlde, yerimizin darlığından ancak onunu misafir edebildiğim için, kaleme alamadığım şair ve yazar kardeşlerimden içtenlikle affımı istirham etmekteyim.
Prizren, Divan Edebiyatına Yirmi İki Şair Armağan Etmiş Gül Kokulu Mübarek Şehir
Kosova Prizren gönülleri gül kokulu mübarek şehir. Divan edebiyatımıza yirmi iki şair armağan etmiş Osmanlı’da. Sûzî Çelebi, Şem’î ve Neharî, en ünlüleri. Ünlü bir söz varmış asırlardır Kosova’da: Prizren’de bir çocuk doğduğunda isminden önce mahlası konulur, diye.Prizren şairler şehridir kısacası. Bugün de hâlâ öyledir. - Bana göre Balkanların yaşayan en büyük şairi - Zeynel Beksaç, Prizren’de yaşamaktadır. Yine onun elinde büyüyen başarılı şair / akademisyen Taner Güçlütürk ile genç kuşağın en yetenekli şairi Canan Özer de Prizren’de. Başka şairler de var o şehirde. Kısacası, şiir, türkü ve Türkçe, Prizren’de hâlâ dimdik ayaktadır.
Urumeli’nde Türkçenin Nöbetinde Bir Şiir Kumandanı; Zeynel Beksaç Prizren’de benim ilk kahramanım, ilk dostum, ilk ağabeyimdir ressam ve şair Zeynel Beksaç. Yaşından saçından başından söz etmeyeceğim. Nüfus kâğıdındaki yaşı yetmişi aşsa da o her zaman Türkçenin nöbetinde on sekiz yaşında, dinamik, korkusuz, yorulmaz bir genç. Yaklaşık üç yüz sayıdır dilimizin Kosova’daki yıkılmaz sarsılmaz ayaktaki kalesi Türkçem dergisini omuzlamış götürüyor. Kâh kalede şiirler söylerken kâh Akdere kıyısında resimler çizerken kâh Doğruyol Kültür Derneğinde türküler terennüm ederken rastlarsınız ona. Başı dik, alnı açık, yüzü ak. Daima. Kosova’nın yiğit sesi. Gür sesi. Duru sesi. Türkçenin muhafızı, başkomutanı. Canım ağabeyimiz. Can feda ona. Beksaç’ın uzun İstanbul’la Hasbıhâlşiirinden kısa bir bölüm paylaşmak istiyorum: Hiç hesap yapmadım / Bu kaçıncı gelişim sana bilmiyorum / Bildiğim tek şey / Yeniden kolların arasındayım İstanbul / Biraz yorgunum ama / Neşem de buruk / Öyle garip bir hâldeyim işte... Martılar bilmesin hüznümü / Tedirgin olmasın Yeni Cami’de güvercinler / Süleymaniye’nin ezanları inceden inceye / Dağıtıversin dağlanan yüreğimi / Aslımı sorarsan Rumeliliyim / Kendimi bildim bileli / Dilimin nöbetindeyim / Türkçemin hapsinde elleri prangalı hem de. Ah İstanbul / Itri’nin faslında / Bir udi de ben olayım / Bir de Prizren şivemle / Türküler yakayım bağlamamla / Bırak hasret gidereyim biraz / O kadarını da çok görme / Bir köşe bir pösteki / Ayırsın hancı / Halim pek yok ya / Mahmutpaşa’da bir hamal / Sana olan özlem yükümü / Sırtlayıversin. Ah İstanbul! / Yakınıyorum diye sanma / Benimkisi bir hasbihal / Bak işte içimde fırtına kasırgalar / Yağız atlar kara kışlara yol almada.
Prizren’de Sessizliğin Sesini Aydınlığa Kavuşturan Şair; Taner Güçlütürk Yaşı kırkı henüz geçmiş genç bir Prizrenlidir. Akademisyen, şair, cumhurbaşkanı danışmanı. Ve edebiyat doktoru. Türkçeye ülkesine insanlığa hizmeti zerre aksatmayan bir edebiyat - düşünce mücahidi o. Dilime Yaslar Yakışmaz adında bir şiir kitabı yayımlanmıştı Taner’in 2014 yılında. Hasbelkader o kitabının editörlüğünü üstlenmek de bana nasip oldu. Şeref duyuyorum. Bir hisli, yürek, bir yumuşak kalp, bir derin gönül Taner. Ve her zaman genç, dinç, ayakta. Üretkendir. Akademik ve edebî kitapları, sempozyum ve bilgi şölenlerinde sunumları da bolcadır. Dur durak bilmez, üretir. Güçlü Türk’tür zira. Edirne Valisi Balkan Danışmanı görevim sırasında, yirmi iki ay, belki on beş kez gittim Prizren’e. Daima yanı başımdaydı. Yol arkadaşım, his arkadaşım, derttaşımdı. Ve - şimdi - bir şeyi daha fark ettim; meğer ben Prizren seyahatlerimde Taner kardeşime ne çok zahmet vermişim. Bin bir yoğunluğu içerisinde bir de ben yük olmuşum ona. Allah'ı var; bir gün şikâyet etmedi, yüksünmedi Taner. Ama o da iyi biliyordu, her yaptığımız organizasyon kutlu Türkçemiz içindi, Türk’ümüz içindi; hatta Balkan Türküsü içindi. Eyvallah aziz kardeşim. Ve onu tanımlayacak en güzel cümle, onun dizesinden mülhemdir aslında: Sessizliğin sesini aydınlığa kavuşturan şair. Bizim Şair Taner’den birkaç dize paylaşmak isterim: Rumeli sokağında / Yağmura tutulur Suzi’nin dizeleri / Bir ikindi sonrası / Türkçem sırılsıklam. Ben yorgunum / Bu sokakta / Divanlar kanar hüzne soyunurum / Şem’i’yi, Çelebi’yi, Lutfi’yi / Kemal’i, Akif’i, Zekeriya’yı / Yasta bulurum, / Rumeli sokağında / Çorağa durur anadilim / Rumeli sokağında / Kilit vurur edebiyatım. Rumeli sokağında / Alıp götürürler bir çocuğun dilinden kelimeleri / Yarınlar meçhule gebe / Umutlar şimdi sürgünde / Sessizliğe gömerler bir avuç insanın kaderini / Türkçem yaralı / Ben vurgunum / Bir ikindi sonrası / Şiirimle isyana dururum...
Üsküp’ten Şiir Vasıtasıyla Dünyayla Köprüler Kuran Türkçe Mimarı; Leyla Şerif Emin
Bayan Üsküp. Üskübova. Üskübistan’ın bayan kültür bakanı. Üsküp’ün şerifi. Yok yok şerifesi. Üsküp ondan sorulur. Bir de yanındaki yakışıklıdan. Üsküp sırtını Vodno Dağınadayayıp ayaklarını Vardar Nehrinde serinletmiş, daima. Bizim Leyla da Hüsrev’ine dayamış, gönlünü onda serinletmiş, daima. Bu Üsküp masalını iyi biliyoruz biz: Leyla Şirin, Hüsrev Mecnun bu hayatî masalda. İki kızçeleri Elanur ile İclal var, iki prensesleri. Onlarla büyüyor bu masal. Hem Leyla ile Hüsrev, hem masal. Şahidiz. Tanıyan herkes de şahit zaten. Gıptayla. Ve takdirle. Üskübistan başbakanıdır Hüsrev Paşa, Leyla Hanım da hem first leydi’si hem kültüre bakanı. (Yazım hatası değil, bilerek yazdım, ülkenin ‘kültüre’ bakanı.) Kişisel hikâyemize gelince; ne zaman nerede tanıdım ben Leyla’yı, bilmem, hatırlamam. Düşünmem de. Kız kardeşim o benim. İnsan kardeşini ne zaman tanıdığını bilebilir mi hiç. Ayıptır yani. Bu sorunuzu duymamış olayım. Bir yirmi yıl vardır tanışalı, görüşeli. Altmış bir kere gitmişim Balkanlara. Bunun otuzdan fazlası Üsküp merkezlidir. Yahut geçişli. Hepsinde de ilk Köprü’ye selâm vermişimdir. Orada soluklanıp kendime gelince de ulu çınarın dibinde Üsküp’ün kebap ve kuru fasulyesini taam eylemeye. Ardından da Mustafa Paşa veya Murat Paşa’yı ziyarete. Sulu Han’la, Kapan Han’la merhabalaşmak, Ebu Hanife Kitabevi’nin vitrinindeki kitapların her geçişimde bana göz kırpışı... Ata yadigârı dükkânlarda ElvedaRumeli dizisinden fırlayıp gelmiş edalı esnaf yüzleri, Osmanlı sokaklarından yürüyüp giden (eriyip giden mi desem, bilemedim şimdi) Muhacir yüzlü kadınlar, kollarında sarışın mavi gözlü kızanlar, kızçeler… kubbeler, kapılar, pencereler. Bizi söyleyen bizi anlatan bizi dileyenbinlerce ayrıntı üşüşür gözüme Üsküp’te. Hüzün, hicran, huzur. İç içedir hep. Umutluyumdur ama. Sağımda Leyla Şerif vardır, solumda Mehmed Arif. Üsküp’ün geleceğini temsil eden iki kardeş, iki yeğen, iki evlat. Sonsöz: Leyla Şerif Emin, şairdir, dergicidir, akademisyendir, Türkçecidir. Üsküp’te kültüre bakandır, Üskübistan’ın kültür bakanıdır kuşkusuz. Fiilen öyledir. Arkasında da gençlerden oluşan bir Türkçe ordusu. Üsküp’ten Türk dünyasına bir köprüdür Leyla. Türkçe köprüsüdür. Şiirle köprüler kuran Türkçe mimarı.
Divanını Üsküp’te, Yüreğini Urumeli’de Yakan Şair; Mehmed Arif
Hüzün şairi. Diriliş şairi. Kendini buluş, ayağa kalkış şairi. Umudun ve sabrın şairi. Tesellinin de. Made in Köprü. Ve Üsküp. Vardar’ın coşkusu var şiirinde. Ve bereketi. Ayrıca hüznü. O bana Leyla Şerif kardeşimin armağanı. Balkan Türküsünü yayımladığım 2013-14’de hemen her ay geldiğim Üsküp’te, Köprüye her uğrayışımda ilk karşılayanım hep Mehmed Arif’in tebessümü olmuştu beni. Tebessümü edebi sıcaklığı. Vakarı samimiyeti çözümcülüğü. Mehmed Arif’i tanıdıkça hep tereddüt ettim: Bu delikanlı Hüsrev Emin’in kardeşi mi yoksa Leyla Şerif’in kardeşi mi diye. Bir türlü karar veremedim; vakarı derinliği az konuşması ağırbaşlılığı daha çok Hüsrev’in dedirtiyor bana, şiirleri editörlüğü etkinliklere katılımı Üsküp hassasiyeti daha çok Leyla’nın. Kararımı verdim sonunda: İkisinin de. Ne güzel. Ben Mehmed’i, Leyla-Hüsrev çiftinin ben ağabeylerine çifte armağanı görüyorum, ne yalan söyleyeyim. Köprüyü sırtlayanlardan. Eminlerin sağ kolu adeta. Vardar Nehri üzerine Fatih Sultan Mehmed’n inşa ettiği Köprü, müsterih olunuz emin ellerde, Mehmed Arifler arkadan geldiği sürece. Akademi Rumeli’mize Edirne’ye gelmişti. On gün süreyle. Üniversite öğrencisiydi daha Mehmed Arif. Ta o zaman da ağabeydi grubuna, belliydi oturması kalkmasından. Ağabey doğanlardan, büyüyenlerden. Hep sorumlu, hep fedakâr, hep gereğincelerden. Sapanca Şiir Akşamları’na getirdim sonra onu. Başka başka edebiyat etkinlilerine de yönlendirdim. Her seferinde puanını yükseltti Mehmed. Her şehre gerekli adamdır Mehmed Arif. Sözün özü, kısası bu. Onun şiiri ceylan ürkekliği ile nehir coşkunluğu arasında gidip gelen bir şiirdir. Ne tek başına o, ne tek başına ötekisi. Günümüz dünyasındaki zulmeti Yezid metaforu ile açıklar sıkça. Adalet ve vicdan çağrısıdır dizeleri en çok. Umut şiiridir de Mehmed Arif’in şiiri: Kır çiçeklerinden yeni bir şehir yapabilirim / Gülün alından, bulutun akından vatana bayrak / Su sesinden halkıma huzur, buğday bereketi / Hırkamdan gurebaya libas. Onun şiiri cami ile sokağı, hayatla tasavvufu, sömürüye karşı isyanı, dışarıya direniş içeriye derviş yürekli bir şiiridir. Ötekilerin şiiridir. Her şair bir şiirse Mehmed Arif Giden Şüphesiz El Değildir, her şair bir dizeyse Mehmed Arif, Yaşamak denen türküyü gür sesimle söyledim dizesidir bana göre. Divan sahibi bir şair olacak Mehmed Arif. Gün gelecek divanını yakacak. Divanını Üsküp’te yakacak, yüreğini Urumeli’de, daha güzel bir dünya için. Göreceksiniz. Ben görmesem de siz göreceksiniz bunu. Mehmed Arif, şiiri Üsküp’te yüreği Urumeli’de yanan kavrulan şair. Üsküp’ün Urumeli’nin geleceği. (Bilvesile Resneli şair Emel Hamza Şerif ve İştipli şair Rabia Ruşid kardeşlerime de selam ediyorum.)
Batı Trakya’da Kalbi Buz Yanığı Bir Şair; Sibel Gülistan
Hüzün şairi. Ayrılık ve hüzün şairi. Aşk, hüzün ve ayrılıkların şairi o. Bir hüznü saklar parmak uçlarımda her bir harf / Gele olunca matemi vurur ayın odama / Bir gölge vurur /Hüzne doğru / Yine mi aşk deme bana / Oysa aşk koca bir hayattır Giota. Ömrü harflerden ibaret onun. Harflerden ve dizelerden. Bir de aşktan. En çok ayrılık şiirleri yazdı. Aşk ve ayrılık. Tam da mizacına uygun olarak. Şaşırdık mı? Elbette ki hayır. Yakıştı da bu ona. Şiir kafalı kız. Şiir kalpli de. Gecesi gündüzü, akşamı sabahı, yazı kışı, sevinci üzüntüsü, aklı fikri, her şeyi şiir onun. Uzun süredir devam ettirdiği Gümülcine’deki radyo programının adı: Şiir Kafası. Mevlana’ya meftun, Yunus Emre’ye sevdalı biri. Her genç gibi. Ta Kazakistan’da, Türkçenin ilk sahibi Hoca Ahmet Yesevi’nin ocağında dua ederken gördüm onu: Ömrünü Türkçeye, Türklüğe, Gümülcine’ye adadığını fısıldarken. Türkçe üzerinden kurulan dünyanın en naif, ne zarif, en güzel medeniyetini, Batı Trakya’da yaşatacağının sözünü veriyordu. Gönülden, samimice, mertçe. Sonraki dönemlerinde de bu sözüne sadık gördüm Sibel Gülistan’ı. Muamma Hanım’dı o çoğu kez. Eylülde Karalamalar yapmayı seviyordu oysa. İçinde trajikomik hüzünler saklayan bir genç kız yüreğiydi çünkü onunki. Her şair bir şiirden ibaretse, benim için Sibel Gülistan, Giota’ya Mektuptur. Ve her şair bir dizeden ibaretse eğer, Mutluluk candanpare / Canpare / Benden uzak / Öte dizesidir. Sebepsiz ayrılıkların şairi.Sebepsiz ve adressiz ayrılıkların. Kalbi buz yanığı bir şair o. Gümülcineli buz yanığı şairimiz.
Romanya’da Hayatı Yıldızlarla Dertleşmek Olan Şair; Hayat Memiş
Adı aşk, soyadı şiir olan şair. Umudun şairi. Kalpten umutların şairi. Kalbi Türkiye ve Türkçeyle lebalep dolu şair. Çanakkale sevdalısı yürek. Onu tanıdığımda on sekizine girmek üzereydi. 2008 Haziranında Sapanca Şiir Akşamlarında konuğumuzdu. Romanya Türk şiirinin zarif ve güçlü çınarı Gülten Abdulla Ablamızın kolunda adeta torunuymuşçasına dolaşan, on sekizine girmemiş bir prensesti adeta Hayat; mahcup, munis, mütebessim. Kış Perisi diye bir şiiri var onun. Yok yok, yanılıyor Hayat; kendisi bizim yaz perimiz. Hatta hattabahar perimiz. Çocuk kalmak istiyorum diye fısıldıyor bir şiirinde. Ah be güzel kalpli kız; hayat ne kadar zor, hayat yokuşu ne kadar çetrefilli, hayat ne kadar hüzünlerle dolu da olsa, edebiyat dediğin şiir dediğin dize dediğin bir çocuğun kalbinden fışkıran güzelliklerden başka nedir ki. Dert etme, sen hep çocuk kalacaksın. Dünyanın anlamıdır sevmek dizesinin sahibidir Hayat Memiş. Eyvallah. Yeryüzü bir sevgi ummanından, insan bir damla sevgiden yaratılmadı mı? Elbet yaratıldı. En sevdiği şiiri Ağaçlardan Öğrendik Bizdir. O şiirinden de Ҫanakkale’nin hürriyete susayan toprağını / Binlerce mert askerin asil kanı suladı / İsmi meçhuldur, şahidesiz yatanı / Mezarı vatanı, Kefeni bayrağıdır. Keşke bir şiir olsam / Bir kitaptan okunsam diyorsun ya Hayat Memiş. Nice dizelerde, nice şiirlerde, nice kitaplarda okunacaksın sen, daima. Göreceksin bunu. Hayat Memiş; yıldızlarla dertleşmeyi seven şair.Hayatı yıldızlarla dertleşerek geçen Romanyalı şair. Yıldızın de dertleşmen de bol olsun.Simsiyah gözlerinden altın dizeler devşir bizlere, yıldız yıldız.
Kuzey Bulgaristan’ın Kocakurdu Olan Şair; Rüstem Aziz
Bulgaristan Türk şiirinin bozkurtu. Yok, karakurtu. Yok yok, kocakurtu. Evet evet kocakurdu. En yakışanı bu ona. Şair. Haza şair. Şairi maderzad. Doğuştan şair, kendiliğinden şair. Şair bakışlı şair duruşlu şair yürüyüşlü adam. Yunus’la akraba, Hacı Bayramla dost, Hacı Bektaş ile dildaş. Sabahattin Ali ile derttaş, Nazım ile yoldaş, Ömer Seyfettin ile kalpdaş. İşte size küçük bir kanıt: Seninle başlamadı bu hayat / Seninle de bitecek değil. Benim için Varna kültür sanat demektir, daha çok. Eyvallah. Türkçe demektir, şiir demektir, mizah demektir. İki kere eyvallah. Benim için Varna, öncelikle Rüstem Aziz demektir. Rüstem Aga’m benim. Bakmayın yaşının seksen olduğuna. İnanmayın. İhtiyar delikanlım, şairim, yiğidim, aslan parçam o. Aslında Gırcalıklıdır. (A’yı azıcık uzun okumalısınız.) Kırcaalili, güneylidir yani. Kader onu, Almanya’dan kuzeye, Varna’ya atmıştır. İyi de etmiştir. (Kötü etmez zaten.) Kırcaali’de şair çok zaten; kıtlığı mı var, değil mi ama. Biraz da kuzey nasiplensin iyi şairlerden, öyle de olmuş. Beş lisan bilir Rüstem Aziz. Benim ölçülerime, kuşağının en büyük şairidir Bulgaristan’da. Bir Kapı Açılsa, Elbet Bir Gün ve Rüzgârım Ben adlı şiir kitapları vardır. Nice güzel dizelerin şairidir Rüstem Abi. Ama o en çok benim için Lapa lapa kar yağıyor dışarıda / Lapa lapa dert yağıyor Bosna’da dizeleridir.
Kırcaalili Şefika Refik; Hüznün ve Umudun Şairi
Şair o. Hikâyeci de. Hem şair hem hikâyeci. İkisi birden. Bulgaristan Türk edebiyatında gençlerin en iyisi. (Başka iyiler de var elbet.) Hüznü, içine iki tutam edebiyat bir tutam sabır ikişer ölçek de imge ve merhamet katıp neşeye, neşveye dönüştürmüş şairimiz o bizim. Ama hep Türk, hep Müslüman, hep insan… Karanlığın Sesi sizin sesiniz aslında; sizin sesiniz, sizin sözünüz, sizin gönlünüz. Tertemiz bir Türkçeyle üstelik. Okumaya başladığınızda elinizde bırakamayacağınız sımsıcak şiir ve hikâye kitapları var Şefika’nın. Sevgiyle, şefkatle, titizlikle örmüş ilmek ilmek hikâyelerini de şiirlerini de yazarımız. Türkçeyle, hüzün, hicran ve umut dolu duygularla yüreğinizi kavuracak Şefika Refik. Benden söylemesi… Her şair birkaç dizeden ibaretse eğer, Şefika Refik benim için, Hüzün Mısraları kitabındaki Susma Bu Gece şiirinde geçen; Bir veda makamı çal bu gece, / Gözü yaşlı bir şiir oku bana / Sonu hüsran olan hikâyeler anlat bu gece / Ağlat beni / Yak yüreğimi /Dize getir kederimi / Susma bu gece... Bu gece / Soğuk / Bu gece / Bıçak gibi keskin. Her öykücü bir öyküden ibaretse eğer, Şefika Refik benim için, Karanlığın Sesi kitabındaki İki Sınır Arasında (1989 Göçü temalı) hikâyesidir: Bilmiyorum! Anlayamıyorum! Tek tesellim babamızın yanımızda olması. Ya olmasaydı? Ya o da Feride'nin babası gibi kaybolsaydı ortalıktan? Ya da Mehmet'in babası gibi ölüsü getirilseydi eve? Benim babam yanımda. Ama onlarınki yok. Belki hiçbir zaman gelmeyecekler. Kimbilir? Gitmekle doğru yapıyoruz galiba? Daha doğrusu kovulmakla, doğduğumuz topraklardan. Henüz adı yok bende. / Ben Asiye. On iki yaşındayım. Son dört yıldır hem Asiye oldum, hem Angelina. Yani evde, ailem, akrabalarım, arkadaşlarım Asiye diye hitap ettiler. Okulda ise Angelina dediler hep bana. Çünkü burası Bulgaristan! Çünkü buradaki her Türk’ün, ailesi tarafından konulan bir Türk adı, Devlet tarafından da zorla konulan bir Bulgar adı var. Neden Türkçe konuşmak yasak? Ya da... O kadar çok sorular var ki kafamda! Hepsi cevap arıyor. Peki ya cevaplar nerede? Ben Asiye. On iki yaşındayım. Ve ben, soruların cevapsız, cevapların ise yönünü çoktan kaybetmiş olduğunu anlayabilecek yaştayım sadece. Şimdi tam ortasındayız kaderimizin. Tam ortasında! Şurada. İki sınır arasında! Ben. Babam. Annem. Kedim. Nereye bakarsam bakayım, her yer insan. Düğün alayı gibi mübarek. Ya da köyde senede iki defa düzenlenen panayır misali burası. İnsan... İnsan... İnsan... Ve hiçbiri, hiçbirimiz nereye gideceğimizi bilmiyoruz. Kaldık burada. Böyle boynu bükük, böyle çaresiz, böyle kimsesiz, böyle acılı. Böyle Türk! Nice şiir ve öykü kitaplarına Şefika Refik. Balkanlarda yedi asırdır yok edilemeyen Türkçe seninle, sizinle, sizlerle yaşayacak. Sen ve senin gibiler bizim kahramanlarımsınız. Türkçe yaşadığınız sürece, Türkçe yazdığınız sürece de hep kahraman olacak, hep kahraman kalacak, hep kahraman anılacaksınız. Türkçe yedi asır daha sizin yazdığınız şiirlerle hikâyelerle romanlarla yaşayacak. Türkçesinden öpüyorum Şefika Refik’lerin. Erdemli yolculuklarından da. Şefika Refik; hüzün şairi. Hüzün kadar umudun da şairi o. (Bu vesile ile şair Kadriye Cesur, şair Resmiye Mümin ve şair Aysun Halil kardeşlerime selam ediyorum.)
Gagauz Dilinin (Türkçenin) Yılmaz Savunucusu Bir Şair: Güllü Karanfil
Güllü Karanfil, uzunca boylu, kadınlara göre kalıplıca, oval yüzlü, açık alınlı, belirgin burunlu ama ince kaşlı, bir toplulukta hemen fark edilebilecek bir fizik ve enerjiklikte bir kardeşimdir. Komrat Devlet Üniversitesinde akademisyen şu yıllarda. Projecidir. Üretkendir. Gagauz Yeri için, gitmediği sempozyum, sunmadığı bildiri azdır. Meras Cümle Topluluğunun da başıdır. Gagauz dilini yaşatmak için çırpınanların başında gelmektedir. 2013’te ondan Gagauz Yeri şiiri hakkında bir antoloji hazırlamasını rica etmiştim; Edirne Valiliği olarak yayımlamayı teklif ederek. Üzerinde bayağı çalıştı. Tam bitirmek üzereyken Hasan Vali merkeze alındı, yayımlayamadık. Ama Allah hiçbir emeği zayi etmiyor. Güllü kardeşim, o çalışmasını 2016’da Bursa’dan bir kurum adına yayımladı. Ben de teselli buldum. Gagauzmirasının baş savunucudur bizim Dr. Güllü’müz. Ve hızla Rus kültür emparyalizminin zulmü altında inim inim inleyen Gagauz dilinin yılmaz savunucusu Güllü. Her platformda hem de. Helal olsun yiğit kardeşim. Bin kere hem de. Gagauz Şiiri ve Masallarını Yarınlara Aktaran Şair; Alla Büük Şair, masal yazarı, gazeteci, televizyoncudur. Aynı zamanda Gagauz Genç Yazıcılar (Yazarlar) Birliği Başkanıdır. Beceriklidir, akıllıdır, enerjiktir, çalışkandır Alla kızımız. Kütahya’da, Kırşehir’de, Zonguldak’ta benzerlerine sıkça rastlayabileceğiniz bir Gagauz kızıdır o. Orta boylu, hafif etine dolgun, Güllü gibi o da oval (yumurtamsı) yüzlü, belirgin kaşlı, irice belirgin kahverengi gözlü, etlice burunlu bir kardeşim. Öyle gelişti ki eşim Gülseren ve benimle dostluğu, ailemden biri oldu Alla. İkinci kız kardeşim oldu. İnanılmaz fedakâr, inanılmaz samimi, inanılmaz cömerttir. (Gagauz Yeri’ne ilk gidişimde, eski bir gazete kâğıdına sarıp bu şarabı kendi ellerimle yapıp sana getirdim Fahri Aga, diyerek verdiği hediyeyi, ikinci gidişimde yine kendi elleriyle yaptığı Bulguru Gülseren Yengesine gönderişini, son İstanbul ziyaretinde biz misafir oluşunu, gelirken getirdiği el ve ev yapımı çeşit çeşit çikolataları nasıl unutabilirim.) 2016’da belgesel çekimi için altı günlüğüne gittiğim sırada yoktu Alla. O Tataristan’da bir edebiyat sempozyumundaydı. Kocası Andrey’e söylemiş, git Fahrega’mıhavaalanından al, eve getir, et yemeği yedir ona! (Andrey hepsini bir bir yaptı bunların. Kişinev’de uçaktan bir indim ki, Komrat’a 90 km, hem Fedor Topçu gelmiş otomobiliyle hem Andrey. Andrey haber vermeden gelmiş üstelik. Bana sürpriz yapacak. Sağ olsun. Yiğit, mert, Alla gibi cömert, çok iyi biridir.) Bir akşam evine gittim. Kızları Liza daha küçücüktü. Oğulları Demir daha doğmamıştı. Aman Allah’ım. Ne lezzetli bir et yemeği yapmıştı Andrey. Bu lezzette çok az yemek yedim ben yirmi üç ülke, yüz kırk şehir gezmiş bir seyyah olarak. Yemeği bu kadar lezzetli yapan, kaloriferlerin yanmadığı dondurucu soğuğa rağmen Andrey’in gözlerinden fışkıran samimiyetiydi elbette. Şimdilerde kendi evlerini de yaptılar. Bizi de davet ediyorlar ısrarla. Gideceğiz elbette. İnşallah.
*Yazar, Edirne Valisi Balkan Danışmanı (2012-14), Balkan Türküsü Dergisi Genel Yayın Yönetmeni (2013-14).