Bazı yazılı kaynaklarda Nasrettin Hoca fıkrası başlığı ile indir-bindir aynı kıssaları gördüğümde  üzülürüm. Üzüntümün ilk sebebi, denk geldiğim söz konusu fıkraların, Hoca’nın çağlar ötesi bir filozof  olduğunu –en azından çocuklara- kavratabilmeye yetersiz  oluşudur. İkinci sebep ise bu fıkraların birçoğunun Nasrettin Hoca’ya ait dahi olmadığının tespitidir. Bu karmaşa, Türk halkının Hoca’yı ne çok sevdiği,  nice sahipsiz fıkrayı ona yakıştırmış olması şeklinde bir akıl yürütme ile açıklanabilir. Hatta aynı gerekçeyle birden fazla yöremiz , “bizdedir” diyerek türbe yapmış, mezar kondurmuştur beldesinde Hoca için.

          Sözü uzatmadan, “sorun çözme, öz-eğitim, dünyaya bakış genişliği, daha da başka nice faydalı tecrübenin okulu bir kaynaktır Nasreddin Hoca fıkraları diyerek biraz gülelim, biraz da düşünelim fıkra bitince:

          Timurlenk’in Anadolu’yu haraca kestiği 15. yüzyıl başları... Çoluk çocuğuyla birlikte kendi canını kurtarma kaygısıyla, bir köylü, zorbaya eşeğini armağan eder. Ne yapsın zavallıcık, yağmalar ortamında kala kala bir eşeği kalmıştır elinde. Böylesi bir armağanı övmek amacıyla ne söylenebilir ki? Gücü yönünden allayıp pulladığı hayvanın rengini, boyunu bosunu göklere çıkarıp susar. Baktı ki Timurlenk pek ilgilenmiyor, Hoca gelir aklına: “ Sunduğum bu eşek öyle değerli yetilerle bezenmiştir ki, Nasrettin Hoca’nın elinde olsa kısacık sürede okumayı bile öğrenir .” deyiverir. İşte o saat keyfi gelir çatık kaşlı hakanın. Buyruğu üzerine çağrılan Hoca’ya, “ Eşeği sana bırakıyorum, iyi bak, ona  okuma  öğret; günü gelince  isteteceğim, der. Ne yapsın Hoca? Düşünüp taşınır, çıkar yol bulur. Kocaman deriden, kalın bir kitap yaptırıp sayfaların arasına eşeğin o çok sevdiği arpa tanelerini boca  eder. Sabah akşam eşeğin önüne koyar kitabı. Arpayı görünce sayfaları upuzun diliyle bir bir çevirip başını hoşlanmayla sağa sola döndüre döndüre, sessizce mideye indirir eşek. Eşeğin duruma alıştığını görünce, arada bir sayfaları arpasız bırakıp eşeğin önüne sürer Hoca. Arpasız kalan eşekse, kuşkusuz, bir anırmadır tutturur o zaman.

          Artık hazırdır. Günü gelip de çağrılınca eşekle birlikte huzura çıkar bizim Nasrettin. İlkin, kitabı andıran bir deri parçası bırakır eşeğin önüne. Eşek de basar yaygarayı. Ardından hemen  “Aaa, yanlış olmuş.” dercesine iyice arpa dolu kitabı sürer eşeğin önüne. Geçer karşısına,  o da herkes gibi gösterimi izler. Tıs pıs olup sayfaları filozofça çevirmeye koyulur eşek. Şaşar kalır herkes.  Ama  Timurlenk bu, kurnaz  adam: “Okumasına  okuyor da, okuduğunun anlıyor mu? diye bir soruyla karşı çıkışta bulunur. Durur mu? Yapıştırır cevabı Hoca: “Okusun, demiştiniz, işte okuyor. Ne anladığına  gelince,  biz  orasını bilemeyiz. Bunu bilmek için eşek olmak gerekir!

          Sözü üstüne söz söyleyecek olduğumdan Hoca’dan af dileyip yazıyı sonlandıracağım: 

          Şu hayatta, dünyada ve dahi güzel ülkemizde olup biten bazı halleri anlayamadığımızda, canımızı her zaman üzmeyelim, derim. Damdan düşenin halinden anlamak olsun tavrımız. Zira bu tavır, eşeğin dilinden anlamaktan üstündür.

          Nasrettin Hoca’ya saygı ile…