Bir varmış iki yokmuş, üç varmış beş yokmuş. Altı varmış üstü yokmuş.
Fi tarihinde bir ülkede Cumhuriyet kurulmuş. Yeni Cumhuriyet kendisine yeni de bir başkent edinmiş. Angora, Engürü filan diyen çokmuş bu yeni başkente. Cumhuriyeti kuran akıl, yeni devleti on bir sene (1911-1922) süren savaştan çıkıp kurdukları için, yeni bir silah fabrikaları kurmak istemişler. Amma çok uzaklarda olmasın, ülkenin merkezine yakın, hatta kendilerine de pek bir yakın olsun istemişler. Haritalar serilmiş, düşünülmüş taşınılmış, şurası daha iyi, yok burası ondan iyi… öne çıkan yerlere bakılmış edilmiş. En sonunda karar berilmiş: Şuraya yapılsın gari.
Keskin zekâlı ve ileri görüşlü Cumhuriyet aklının savunma sanayi fabrikaları için seçtiği yerin adı, işe bakın ki Keskin’miş. İnşaatına başlanan fabrikanın en yakınındaki köyün adı da Kırık. Kırık’ın ben diyeyim iki, siz deyin üç kilometre uzağında da bir tepe varmış, tepede de az biraz kalıntıları kalmış bir kale.
Savunma sanayi denen bu tür fabrikalar birbirini takip etmiş seçilen edilen bölgede. Bu sene biri kurulmuş, ertesi sene bir başkası. Barut, fişek, top, tüfek, gaz maskesi, mühimmat… Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalarken fabrikaların da hem sayısı artmış, hem kapasiteleri.
Fabrika demek işgücü demek, çalışacak insan demek; işçi demek bekçi demek aşçı demek. Önce çevre köylerden sonda Keskin’den, Çorum’dan, Çankırı’dan, Yozgat’tan bu fabrikalarda çalışmak için gelen gelene. Üç beş sene içinde bizim küçücük Kırık Köyümüz, önce koca bir köye, sonra da kasabaya dönüşmeye başlamış. Derken Kırık Köyü ile Kale arası evlerle şenlenmiş. Tepeden aşağıya doğru, bir ucu kale diğer ucu ovadaki köye doğru yeni bir kasaba oluşmuş. Adı da kendiliğinden gelmiş elbette: Kırıkkale. İç Anadolu ağzıyla Gırıggale.
Birken ona, onken yüze, binken on bine, yüz bine çıkan nüfus, bu hızlı büyümeye rağmen ciddi bir kültürel sorun yaşamış mı? Hayır. Neden? Çünkü yerleşenlerin hemen hepsi, kasabaya en fazla yüz kilometre mesafedeki köyden kasabadan gelip iş tutmuş da ondan. Asırlarca köyünde babasının tarlasında orak biçen harman döven garayağız yiğitler, kaşıkdüşmanıyla iki üç de bebesini yanına alıp Gırıggale’de işçi yazılmış gari. Dokuz yüz yıllık kadim Anadolu kültürüyle yoğrulmuşta her biri zaten. Yüzler renkler aynı, şiveler ağızlar aynı, yüzler gözler aynı, namazlar oruçlar aynı. Türküler bozlaklar da aynı elbette. Her karşılaşmalarında birbirlerine en az üç kez, ‘n’öryon’,’ n’örim, sen n’öryon’ diyen buğday benizli temiz insanlar topluluğu.
Bambaşka bir dünya vardır artık Gırıggale’de: Geleneksel yüzlerle sanayiin/emeğin buluşması. Asırlardır sabah ezanıyla başlayan yatsı namazıyla biten, güneşe dayalı emeğin zaman bölüşümü/paylaşımı yerini zil sesiyle başlayan, sabah sekiz - akşam altıda kart basılarak girilip çıkılan pavlikaya bırakmıştır. Günlük ölçü ‘iki dönüm kazdım/biçtim’ değildir artık, yeni yepyeni bir kavramlar girmiştir dünyalarına: Vardiya, maaş, avans, senelik izin.
Böyle böyle büyür olmuş fabrikalar, böyle böyle büyür olmuş sokaklar, caddeler, mahalleler. El yordamıyla, derme çatma, yarı köy - yarı şehir - yarı kasaba. Plansız, paftasız, parasız. Şehirsiz şehir böyle olunurmuşun ispatı adeta.
2021 yılı itibarıyla, yaklaşık yüz yıllık bir süreçte, üç yüz bin kişilik bir Orta Anadolu şehrine dönüşen Kırıkkale ilinin kısaca öyküsü budur. Budur, bu kadardır, buncadır, buncağıza göre.
Gelinen noktada, köyünden Kırıkkale’ye fabrikaya çalışmaya gelen, çoluk çocuğuyla hayata tutunmaya çalışan bu insanlara kızılabilir mi? Hayır. Küsülebilir mi? Hayır. Küçümsenebilir mi? Hayır.
Ankara’yı planlayan, cetvelle çizmiş gibi şehir yapan, adeta ‘memur şehri’ne dönüştüren Cumhuriyet aklı, - ne hikmetse - Kırıkkale’yi unutmuş, ihmâl etmiş galiba. MKE’nin sekiz on fabrikasının etrafına konuşlanan bu yeni şehri planlayamayan, oluruna bırakan yönetici aklın, Anadolu’nun kavruk çocuklarının el yormadıyla kurduğu kasabaya söz etme hakkı yoktur, olamaz da.
Not: Bu konuda iki dönem / on yıl süreyle belediye başkanlığı yapan dostum Veli Korkmaz’ın çırpınış ve gayretlerini, bazı önemli projelerini hayata geçirdiğini takdirle izledik elbette ama başlangıcında planlama olmayan, rastgele büyüyen bir kasabanın ileride ne kadar düzeltilebileceğini varın siz hesaba katınız lütfen.
Peki, benim gündemime nasıl mı girdi Kırıkkale. Öncelikle, orta birinci sınıfta futbolla ilgilenmeye başladığımda MKE Ankaragücü takımının adıyla. MKE yani Makine Kimya Endüstrisi.
Sonra Endüstri Mühendisliği öğrenciliğim sırasında, bir üst sınıftan, çok sevdiğim, hâlâ da ailece sık görüştüğüm ağabeyim Veysel Karafilik’in (Çıtak Veysel’in) Angara Gırıggaleli oluşundan. Kırk üç yıl öncesinden söz ediyorum. Veysel Karafilik, gardaş diyordu sık sık. Angara diyordu bir de. Zaman zaman da Neşet Ertaş dinliyordu. Alın size o günlerden ilk aklımda kalan üç imge.
İlk defa elli yaşımda gördüm Kırıkkale’yi. Vilayetti artık. Güzel insan Ahmet Arıca’nın hayatını kitaplaştırırken doğup büyüdüğü toprakları görmek, ailesiyle ve dostlarıyla konuşmak için gitmiştim. Tabii ki yine Veysel Karafilik’le. Kaleyi de görmüştüm o vesileyle, Kırık’ı da. Hatta Kırıkkale’yi de. ‘Bizim insanımız işte, bizim köyümüz, bizim şehrimiz’ sözleri dökülmüştü dilimden.
Alaturca şehirdi. Ne şehir, ne köydü yani. Yarı Batılı yarı Doğuluydu. İnsanlar bizim bizden bizceydi, görünüm derme çatça.
Çok güzel Kırıkkaleli dostlarım ağabeylerim oldu kırk yıllık yazarlık hayatımda benim. Edebiyatımızın çalar saati, zarif ve rakik yüreğin sahibi Hüseyin Su Ağabeyim, Yeşilçam’ın beyaz yüzü Mesut Uçakan Ağabeyim, lugattaki dostluk teriminin karşılığı olan Veysel Karafilik, Abbaralım güleryüzlüm altın kalplim Ahmet Tezcan, Cebinde beş diploma ile dolaşan (şair, yayıncı, kişisel gelişimci, teknik öğretmen, karateci) yakışıklım Adem Karafilik, gelecek yüzyıla on Türk öykücüsü kalacaksa birisi mutlaka odur dediğim sevgili kardeşim Necip Tosun…
Ve Ahmet Arıca. Merhametin kitabını yazan adam. Maaşının tamamını, aldığı gün Ankara’ya okumaya gelen yoksul öğrencilere burs olarak dağıtan idealist Sayıştay Üyesi Ahmet Arıca. Güler yüzlü, vefalı, iyilik abidesi adam. Ahmet Arıca, bir gün duyar ki annesi devlet hastanesinde yatmaktadır. Sayıştay üyesi olduğu günlerdir. Sayıştay üyesi olmak demek beş general, on beş anayasa mahkemesi, on beş Danıştay, on beş Yargıtay, on beş Sayıştay yani altmış beş kişilik devleti yöneten asli yöneticiden biri olmak demektir. Bakanlar başbakanlar siyasetçiler gelir gider ama devlet bu altmış beş kişiden ibarettir aslında. Ankara demek, devlet demek, erk demek bunlardır. Ve Ahmet Arıca da oda arkadaşı Haşim Kılıç ile birlikte bunlardan birisidir. Akşam iş çıkışı, o günlerde Ankara’nın bir ilçesi olan Kırıkkale’ye devlet hastanesine annesini ziyarete gider. Başhekim de arkadaşıdır zaten. Beraber annesi Döndü Teyze’yi ziyaret ederler. Hastane odası sekiz kişiliktir. Dördü bu tarafta, dördü de şu tarafta. O zamanlar sağlıkta durumumuz böyledir maalesef. Ziyaret sonunda hastane odasındaki kadınlar ‘Döndü Abla, başhekimle beraber ziyaretine geldiğine göre senin oğlun Ahmet, büyük adam anlaşılan. Ankara’da ne iş yapıyor?’ diye sorarlar. Hepimizin annesi gibi okuma yazması olmayan çilekeş Döndü Arıca da cevap verir: ‘Bilmiyorum ki. Ankara’da memur ama… Yarın akşam da gelecek. Sorar öğrenirim.’
Ertesi akşam elinde sekiz hediyeyle gelen ve odadaki hastalara tek tek hâl hatır soran Ahmet Arıca, onları küçük armağanlarla ve tevazuuyla mutlu eder. Ardından da herkesin duyacağı sesle annesi oğluna sorar: ‘Ahmet. Teyzelerin sordular cevap veremedim. Sahi sen Ankara’da ne iş yapıyorsun?’ Altmış beş milyon nüfuslu Türkiye Cumhuriyetini yöneten altmış beş kişilik asil kadrodan birisi olan Sayıştay Üyesi Ahmet Arıca, hepimize ders olacak cevabını verir: ‘Devlet dairesinde hizmetkârım ben anne.’ Kibir, hava atma olmasın diye gerçek görevini söylemez.
İşte Kırıkkale bu güzel kalpli, mütevazı, müeddep insanların diyarıdır benim için.
Yeni yetme şehir diye küçümsemeyin Kırıkkale’yi; birçok ünlüsü de vardır. Ressam Rahmi Pehlivanlı, sunucu İkbal Gürpınar. Müzik insanları Suavi, Hacı Taşan, Lara… Futbol insanları Mesut Bakkal, Sadettin Garan.
Bir cümleyle Kırıkkale nedir? diye sordum oralı dostlarıma. İşte cevapları: Hâlâ Kırık Köyü (Hüseyin Su), Çocukluğum (Ahmet Tezcan), Gençliğimde elimde kitap, oturup okuyacak tek bir mekân bulamadığım bir kasaba; Kızılırmak, Kaletepe, yoksulluk, çaresizlik, ölümsüz dostluklar (Necip Tosun), Köy ve kent kültürünün karışımı bir yerleşke (Veysel Karafilik), Kocaman bir köy (Adem Karafilik).
Kırıkkale bir nevi Türk usulü şehirleşmenin adıdır. Bakarsan bağ bakmazsan dağ olurun şehri.
Karabük, Batman, Kırıkkale; üç saç ayağı. Karabük’ün arkadaşı, Batman’ın yoldaşı şehir.
Türk usulü sanayi şehri. Geleneğin sanayi ile buluşması. Kesişmesi. Kırılması hatta.
Sanayiden kale, şehirden kırık.
Anadolu’ca sanayileşmiş şehri.