Akhisar’ın Zarif Amcası; Zarif Süzgün

“Bir Göç ve Şehir Biyografisi”

Huzur şehri Akhisar’da güzel bir bahar akşamı. Beyaz badanalı evlerle bezenmiş hepsi birbirine benzeyen mütevazı ağırbaşlı sokakların birindeyiz. Beş basamakla çıkılan güngörmüş evin salonunda akşam yemeği yenmiş, muhabbet başladı başlayacak. Ilık ve sevecen rüzgâr, arka bahçeye açılan kapıya örtülü tülü hafifçe sallıyor, beraberinde nefis hanımeli kokuları da getiriyordu evin içlerine kadar.

Evin otuzlu yaşlarındaki kızı Ayşe elinde çay tepsisiyle girdi:

“- Tavşan kanı çaylar da geldi. Hadi artık muhabbet zamanı…”

Şekerler atıldı karıştırıldı.

“-Tuğba, Elif… Buraya gelin” diye seslendi yetmiş beş yaşlarında uzunca beyaz güleç yüzlü adam. Ve ekledi:

“- Kuzularım, bakın size ne getirdim bugün?”

Elli bir yıllık hayat arkadaşı can yoldaşı Fikret Hanım, eşinin getirdiği poşeti açtı, yıllarca hiç eksilmemiş bir saygıyla kocasına uzattı.

Muhacir yüzlü adam, minnacık yanaklarına birer öpücük kondurduktan sonra getirdiği hediyeleri torunlarına verdi.

Tuğba dedesine sarılırken:

“- En sevdiğimden, kaymaklı bisküvi” dedi. Kalktı dedesinin boynuna sarıldı.

“- Bana da akide şekeyi almışşın. Ben de çok teşekküy edeyim dedecim” dedi küçük Elif, yanaklarından öperken dedesinin.

Hep öyle yapardı.

Çikolata veya gofret gibi modern yiyecekler yerine hemen daima kaymaklı bisküvi ile akide şekeri getirirdi torunlarına, çarşıdan eve dönerken.

Neden mi böyle yapardı Zarif Usta.

Öksüz büyümüştü beş yaşından itibaren.

En çok akide şekerini severdi çocukluğundan itibaren. Komşularının onun yaşındaki çocuğu Bircan bir tane, tek bir tane akide şekeri vermişti bir bayram günü, ta 1950’de. Ne kadar güzel ne kazar lezzetli ne kadar tatlı gelmişti ona Bıcırık Bircan’nın verdiği akide şekeri. Ne hikmetse bir daha da hiç kimse ona akide şekeri vermeyi akıl etmemişti. Zordu öksüzlük, zordu yoksulluk, zordu yoksunluk.

Yine bir gün sokakta karşı komşunun çocuğu Güneş Güngör’ın elinde görmüştü kaymaklı bisküviyi de. İstemiş vermemişti Güneş. Hüzünlü gözlerinden yaşlar süzülmeye başlayınca da

“- Ağlama, tamam bir tane veriyorum” demişti.

İlk o zaman tatmıştı kaymaklı bisküviyi. On yaşlarındaydı.

O gün karar vermişti, o gün söz vermişti, o gün yemin etmişti, ‘Çocuklarım olursa çocuklarıma, torunlarım olursa torunlarıma akide şekeriyle kaymaklı bisküvi alacağım, hem de her gün.”

Allah onlara çocuk nasip etmemişti. Ama olsundu, torunları vardı işte. Birbirinden güzel, birbirinden şirin, birbirinden tatlı iki bal tanesi vermişti Yüce Mevla eşi Fikret Hanım ile ona.

Biraz sonra çocuklar oyunlarına dalmışlar, Ayşe çayları tazelemişti.

Damat Fatih belli ki bir konu açacak, bir şeyler soracak gibi bakıyordu. Meraklı bir ses tonuyla sordu:

“- Baba, bugün dondurma malzemesi aldığım Sütçü Rafet Aga bana ‘senin kayınpederinin dedesiyle benim dedem aynı memleketten gelmişler. Balkan’da komşuymuşlar. Senin Kayınpederinin dedesi büyük adammış, zengin adammış. Osmanlıya büyük hizmetleri geçmiş. Mahsus selâmlarımı götür Zarif Amca’ma dedi. Sahi kimiz biz, nereden gelmiş büyüklerimiz?..”

“- Ve aleyküm selâm. Getiren gönderen sağ olsun” dedikten sonra derin bir nefes aldı, bakışları uzaklara daldı Zarif Usta’nın.

Ilık tatlı bir rüzgâr okşadı evdekilerin yüzlerini.

Sessizlik konuşuyordu şimdi. Yüksek bir ses tonuyla hem de.

Orada değildi şimdi Zarif Usta. Kuş olup gitmişti Balkan’a, Urumeli’ne. O dağ senin bu ova benim.

Serçe kuşuydu artık yüreği. Kalbi kırık yetim mi yetim, öksüz mü öksüz bir serçeydi şimdi.

Muhacirlerin yüreği daima bir serçe kuşunu andırırdı zaten. Hep kırık hep kırılgan hep hüzünlü. Hep hicranlı hep ağlamaklı hep suskun.

Öksüzlükle yetimliğin, göçle bırakıp gitmenin, umutla çaresizliğin harmanlandığı bir yürekti onlarınkisi.

Birer yanık yürek, birer içli türkü, birer hisli çığlık değil miydi kalpleri. Kalpleri ve gönülleri.

Sessizlik oratoryosunu Fikret Hanım’ın sesi bozdu:

“- Ayşe kızım, Urumeli Revanisi yapmıştım bugün. Getir de yiyelim hadi.”

Belli ki ortalığı tatlandırmak istiyordu. Hep öyle yapardı ustaca. Bir güzel söz, bir latif şaka, bir minik ikramla havayı hüzünden umuda dönüştürmesi ve tatlandırmasıyla bilinir ve sevilirdi çevresinde Fikret Hanım. Çok da becerikli çok da hamarattı. Eline kimse su dökemezdi kolay kolay.

Ayşe revani tabaklarıyla komposto bardaklarını sehpaya bırakmıştı bile. Eller enfes revaniye uzanırken Fikret Hanım radyoya dokundu. Hep öyle yapardı, neşeli bir türkü çalsın istiyordu yine.

Hay aksi, radyoda acıklı bir türkü başlamasın mı? Hem de Urumeli dolaylarından:

Çalın davulları çaydan aşaya (aman)
Mezarımı kazın bre dostlar belden aşaya
Suyumu da dökün belden aşaya (aman)


       Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
       Al başımdan bu sevdayı götür yare ver

Selanik içinde selam okunur (Aman)
Selamın sedası bre dostlar cana dokunur
Gelin olanlara kına yakılır (Aman)

        Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
        Al başımdan bu sevdayı götür yare ver

Selanik Selanik viran olasın (Aman)
Taşını topracını seller alasın
Sen de benim gibi yarsız kalasın (Aman)

        Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
        Al başımdan bu sevdayı götür yare ver

 

Hicran akıyordu türküden adeta. Hüzün sağanağına yakalanmış gibiydiler hepsi de. Selanik türküsü alıp götürmüştü yine onları başka diyarlara.

Türkü gerçekti. Selanik gerçekti. Rumeli gerçekti. Yüz yıl öncesine kadar hepsi bizimdi. Bizdeydi. Bizimleydi. Türküler yalan sözlemezdi. Türküler anamızın ak sütü kadar temiz sahih tertemizdi.

Böyle düşünüyordu Zarif Usta.

İki damla yaş süzüldü gözlerinden.

Soyadı da Süzgün’dü zaten.

Süzüldü içindeki minik serçe, Urumeli’ne doğru, İstanbul, Edirne, Kırcaali, Filibe, Sofya, Kumanova derken Vardar Ovası’na doğru kanat çırptı, Üsküp’te tarihi şehrin en belirgin silueti Mustafa Paşa Camii’nin minaresine kondu.

Kompostodan bir yudum daha çekti, sonra bardağı sehpaya bıraktı Zarif Bey.  Belli ki içini serinletmek istiyordu.

“- Anlatayım evladım. Anlatayım da maceramızı, siz de öğrenin Akhisar da öğrensin, bütün bizim gibi Balkan’dan göçenler de. Gerçi hep benzer hikâyeler, benzer acılar, benzer zorluklar ya… Bizim hikâyemiz Makedonya’nın Üsküp Sancağına bağlı Kıratovalı Zarif Çavuşla başlar…”