Amasya, gerçek bir efsanedir. Her şeyiyle ama. Güzelliği, doğası, gölleri, şelaleleri, türbeleriyle. Türküleri, yemekleri, mimarisiyle. Ferhat’ı Şirin’i elmasıyla.
Bir şehirle nehir bu kadar mı yakışır birbirine. Bu kadar mı vuslata erer? Adı Amasya ise erer, evet.
Çocukluğumuzda gelinlere beşibirlik takılırdı. Yahut beşibiryerde. En kıymetlisinden, Reşat altınından hem de. En itibarlı takı, hediye oydu o vakit. Yani yarım asır önce. 1970’lerde. Gelinine değer veren kaynana-kayınpeder, bir beşibiryerde beş de bilezik takardı gelininin boynuna ve koluna.
Amasya bana Orta Karadeniz’in beşibiryerdesi gibi gelmiştir hep. Gerdanlık şehir gelmiştir.
İzah edeyim efendim: Beş altın değer, her biri birbirinden kıymetli. Toplamı beşibiryerde yani.
Birincisi nehir ve ev. Ortasından geçen cennet; Yeşilırmak. Hayat hayat. Bereket. Serinlik. Güzellik. Yeşillik. Hangi şehrin içinden bir nehir geçmiş de oraya müthiş bir güzellik katmamış… Yeşilırmak da Amasya’nın, olmazsa olmazı, atardamarı. Şehrin atardamarı. Ve etrafında özgün Türk mimarisine sahip güzelim evler. Dünyaya işte Türk şehri diye kartpostal kartpostal gösterebileceğin şahane manzaralar. Her Türk vatandaşının en az bir kere dünya gözüyle görüp Yeşilırmak’ı ve güzelim evleri arkasına alarak mutlaka fotoğraf çektirdiği, bunu da sadece özel albümünde değil, sırlı zihin sandığında bir ömür taşıdığı resmin adıdır Amasya. Gelene geçene görsel şölen seyrettirir de ondan. Doğa ile evin, tabiatla insanın vuslatı şehir.
İkincisi bizim Ferhat. Âşık Ferhat. Ne güzel bir efsane, ne güzel bir aşk hikâyesidir o öyle. Şirin mi şirin, güzeller güzeli bir kız. Anadolu güzeli. Kara kaşlı kara gözlü, bizim her kızımız gibi. Şehrin gözü onun üzerinde. Ferhat’ımız âşık oluyor Şirin’e. Şirin de Ferhat’ımıza. Ama her efsane kötü bir adama ihtiyaç duyar: Erol Taş’sız film de olmaz, efsane de. Öyle de oluyor. Hükümdarın kızı Şirin’i Ferhat’a ver(me)mek için bir şartı vardır: Dağları delip suyu şehre getirecek. İmkânsız mı imkânsız bu iş. (Âh ulan Köroğlu, sen şimdi bu efsanede olacaktın da bu zalim babanın tahtını alıp çöpe, Yeşilırmak’ın derinliklerine atıverecektin. Çok da yakışırdı sana. Ve efsaneye.) Başarıyor Âşık Ferhat bunu da. Ne kadar sürede? Ben diyeyim otuz, siz deyin kırk senede. Beli bükülmüş bir ihtiyar olup çıkınca. Olsun; altmışında da olsa vuslata eriyor ya Ferhat ile Şirin. Ona bakın siz. İnat ve murat birleşince, başarılamayacak bir şeyin olmadığını anlıyoruz bu dünyada. Helal sana ben Ferhat abi. Vallahi helal. Öpüyorum ellerinden. Ve dahi alınterinden, azminden, kalbinde bitmek tükenmek bilmeyen sevgiden. Adamsın. İşte bu aşkın yaşadığı yaşatıldığı yaşanıldığı şehrin adıdır Amasya.
Üçüncüsü dağ ve o dağın eteklerindeki Pontus kral mezarları. Her görenin kulağına Ben Orta Çağ’dan kalma bir şehirim, haberiniz olsun diye fısıldayan, özgün ve karakteristik mimarisiyle görsel bir belgedir. Bize geçmişten canlı tanıklıklar sunar. Çok sevimli olmasa da insanlık tarihinden bir kesit arz etmesi ilginçtir. İlginç olduğu kadar da tarihî bir zenginlik.
Tarihi zenginlik denilince; (bu da beşibiryerdenin dördüncü parçasıdır) e tabii bizim açımızdan Amasya, şehzade Bayezid-i Veli şehridir. Malum; Osmanlı’da güzel bir gelenek ve uygulama vardır: Padişah çocuklarına şehzade denilir ve onlar, babaları tahtta oturduğu sürece on sekiz yaşından diyelim kırkına kadar, önemli bir şehirde valilik yapar, bir yandan da - kimin nasibinde varsa artık - babası sonrası tahta hazırlanırlar. Şehzadelerin valilik yaptığı bu güzide şehirlere şehzade şehirler denir. (Bugünkü karşılığı eyalet merkezidir muhtemelen.) Edirne, Trabzon, Manisa, Bursa, Konya, Amasya… bu şehzade şehirlerden ilk akla gelenler. Ve tabii o şehirler ayrıcalıklıdır; daha bir bayındır daha bir görkemli daha bir derin. İltifat değil; sahiden öyledirler ama.
İşte Amasya da Fatih Sultan Mehmed’in büyük oğlu Şehzade Bayezid’in, dile kolay, tam yirmi yedi yıl sancak beyliği (bugün ona biz valilik diyoruz) yaptığı şehirdir. Ve beş yüz elli yıl öncesinden kalma enfes bir külliye armağan etmiştir, bu veli sultan şehre. Estetik, ruhani, kuşatıcı. Haza külliye. Hâlâ şehrin en güzel, en mistik, en görsel eseri. Dört dörtlük. İslâmî dönemin mührü. Tapu senedi. Çekip alsanız, - Allah korusun - şehrin kalbi söküp alınacak, şehir can çekişecek hükmünde. Öylesine önemli. Ve değerli. Şehrin gerdanlığı aynı zamanda, kalbi olduğu kadar. O külliyeyle terbiye olur ruhlar. Onunla yumuşar kalpler. Onda birleşir inançlar. Bir, bütün, beraber eder külliye bu şehri. Tam da böyledir, böylecedir, buncadır.
Ve beşinci, son parça: O güzelim çıtır nefis Amasya elması. Elma demek Amasya demekti çocukluğumuzda. Sonra Şıtarking çıktı, Golden çıktı. Küçük, dışı canlı ve açık bir kırmızı, içi iç açan bir sarı, lezzeti şahane, çıtır çıtır bir elma. Suluca da.
Önce ekmekler bozuldu diyor ya Oktay Akbal. Yok üstad yok. Bana kalırsa ekmekten de önce Amasya elması bozuldu. Şimdi nerede hangi şehirde, hangi tezgâhta Amasya elması görsem, mal bulmuş Mağribî gibi atılıyorum üzerine, adeta evrokaaaa diye bağırırcasına, bir değil, iki değil, üç kilo birden alıyorum. Ama her seferinde hevesim kursağımda kalıyor; kepekli, susuz, tatsız tuzsuz bir elmayla karşılaşıyorum. Âh nerede o çocukluğumuzun mükemmel Amasya elmaları. Ara ki bulasın. Görüyorsunuz işte, Amasya elma demektir demem boşuna değil.
Amasya beşibiryerde demek benim için: Nehir ve ev, Ferhat ile Şirin, Pontus kral mezarları, II. Bayezid Külliyesi. Beşinci olarak da elma. İşte size Amasya’nın beşirbiryerdesi.
Üç kez gittim Amasya’ya hayatımda. İlki genç bir delikanlıydım, yirmi yedimde. Ta 1987’de. Halaoğlum Mesut Aktaş acemi askerken yemin merasimine gitmiştim. Ailemizi temsilen. Fotoğrafımız da var o günlerden. Cahilliğime rağmen çok sevmiştim şehri. Bir de bir şeyi öğrenmiştim: Ferhat Şirin’i için dağı delmemiş aslında; dağ eteklerine arklar aça aça getirmiş suyu. Akıllıca değil mi. İkincisi 2002’de Hadi Şahin ve Faruk Şişman ile. Hızlıca bir uğrama. Sonra da 2012’de Karadeniz Turu düzenlediğimde bir otobüs dolusu kişiyle. Üçünde de hayran kalmış, üçünde de doyamamış, üçünde de bir daha gelmeliyim demiştim Amasya’ya.
Amasya benim için, şehrin güzellikleri kadar Amasyalı dostlarımdır da. Şair Hicabi Kırlangıç kardeşimdir. İyi öykücüler Recep Seyhan ve Zeynep Satı Yalçın demektir. Üçünü de ayrı sever, ayrı okurum. Üçü de birbirinden değerlidir benim için. Diyeyim size.
Yemeklerine gelince; keşkek her Türk’ün olduğu yerde var elbette. Amasya’da da meşhur. Ama Amasya keşkeği çemenlidir. Farkı burada. Toygar Çorbası başka güzeldir. Urfa’nın Lebeniyesini hatırlatır biraz da. Bat adlı yemeği de meşhurdur. Adapazarı’nın kabak tatlısı meşhur olur da Amasya’nın elma tatlısı meşhur olmaz mı hiç? Olur elbette. Aynen öyle. Kaymaklı elma tatlısının gerçekten de tadına doyulmaz. Cevizli Hasuda ile Bakla dolması da Amasya’ya özgü özel lezzetlerdendir.
Bulguru kaynatırlar / Güzeli ağlatırlar / Şu Amasya gençleri / Sin sini oynatırlar. Bu meşhur türkü de Amasya’dandır. Amasya’nındır. Amasyacadır.
Göynücek bamya, Gümüşhacıköy gümüş, Hamamözü kaplıca, Merzifon keşkek, Suluova şeker, Taşova şelaledir.
Unutmadan: Amasya'nın Mitridates Krallığı Dönemindeki adı Amasseia’dır. Amaseia Ana Tanrıça Mâ'nın şehri anlamına gelmekteymiş.
Bir cümleyle Amasya, dostum öykü yazarı Recep Seyhan için ‘insanın başlangıç hikâyesinin imgesi olan Elma; insanın bir başka evrensel hikâyesi olan Ferhat ile Şirin; insanlık tarihinin en büyük coğrafya bilgini olan Strabon; tarihimizin merkez şehirlerinden biri olduğu için de Şehzadeler Şehri’, kardeşim öykü yazarı Zeynep Sati Yalçın için annemin dağ kalbine, nehir çağıltısına, elma ve dut ağacının esintisindeki çocuksu kokuya sızılı bir özlemdir.
Amasya, tarihin, efsanenin, ırmağın, mimarinin, elmanın şehri.
Amasya beşin, beştenin, beşlinin şehri.
Amasya; beşibiryerde şehir. Sonuna kadar hem de.