“Eğer düşünce gücü yaşayan organizmaları etkiliyorsa, cansız nesneleri de etkiliyor olamaz mıydı? Bizden bağımsız nesneler, bizim irademiz ve  bilincimiz dışında ruh halimize, arzularımıza  göre titreşemez miydi; atomlar gizli, tuhaf bir aşk yaşarcasına birbirleriyle  etkileşemezler miydi?”          

                                                                                                    Dorian Gray’in Portresi/  Oscar Wilde

                                                                                          Jose Saramago, Ölümlü Nesneler isimli kitabında Portekiz’de Salazar diktatörlüğü altında yaşadığı dönemi, toplumsal yapı ve hiyerarşik düzen bağlamında gözler  önüne  serer. İronik bakış açısı ve özgün bir felsefi kurgu oluşturarak nesnelerle insan arasında bir iz düşüm, dahası metamorfik bir bağ kurar; toplumsal bilinci derinden irdeleyen öykülerde bireye dair izler bulmak da  mümkün olur böylelikle.

          Akrebi ve yelkovanı durmasına rağmen  - “tik tak” sesi duyulan- çalışmaya devam eden bir saat  düşünelim. Kitapla aynı adı taşıyan öyküsünde Saramago, bu saatten pek güzel bahseder. Muazzam bir kurguyu takip etmekle beraber düşüncelerim, bu tuhaf saatin sınırlarından uzaklaşarak zihnimin arka bahçesine, anlatılandan bambaşka yerlere evrildi.

         Bendeki karşılığı farklıdır bu saatin; hayatını sadece nefes alıp vermek sınırında yaşayan nice insanın varlığına işarettir. Belki farkındadırlar belki değildirler ama Tanrı’nın müsaade ettiği ömrü, günbegün kısaltmaktan öteye gidemez böyleleri.

         Akrebi ve yelkovanı durmuş bir saat…

        Umutsuzluğun, heyecanı dinmiş bir hayatın adıdır artık; suyunu,  kupkuru toprağa fedâ eden bir  kuyunun nihayetsiz ve derin yankısıdır  sadece.  Yelkovanın akrebi kovalayan ritmi, içimizde  sürdürdüğümüz nice  gayretin, sabrın karşılığı iken bu tuhaf  saatin sahipleri, zaman denizinin ölü gezginleridir.

        Saati kolumuza takan, bizi akrep ve yelkovanla da tanıştırmıştır; sakın haksızlık etmeyelim saatçiye. Hakkını vererek diyelim ki, “O en büyük sanatçıdır.”  Lâkin saat artık bizim kolumuzda, bizim gözlerimize emanettir. Hatta sadece görmek değil duymak da bahşedildiğine göre… Bir şeyler  yolunda  gitmediğinde anlayamıyorsak  bakıma,  tamire ihtiyaç  olduğunu, saatçi ne  yapsın?

       Sıkça bozulan bir saati kaldırıp atmaktan yana olduğum düşünülsün istemem. Hele ki aile yadigârı ise, hele ki çocukluğumuzun zaman güncesi ise. Günlerce eve gelmeyen babanın, günlerce mutsuz  yaşayan  ananın varlığına  tanık bir  işleyişin sesidir bu tuhaf saat. Bir o kadar da mutlu sofralara, umutla açılan kapılara yönlendirmiştir minik adımlarımızı; İyisiyle, kötüsüyle sahip çıkılması gereken bir geçmişin dakikalarını göstermiştir. Ancak akrebin ve yelkovanın çalışmadığını fark etmeyenler için bu geçmiş tek gerçek, gelecek ise büyük belirsizliktir. Kaderin gelecek nâmına gizlediği belirsizlik, kaos sebebi değil, aksine bir merak unsuru iken sadece sesini duyduğumuz saatin belirsizliği, hiçlikle eş değer değil midir?

     Kolumuzda saatimiz var, sadece tik taklarını duyuyoruz; ruhen öldüğümüzü ya da geçmişte bir yerlerde düşüp kaldığımızı işaret ediyor bize. Saat ustasını bulmak mecburiyetindeyiz. Ya en büyük sanatçıya giderek bir kez daha, “öğret bana, nasıl çalışır bu saat?” demeliyiz ya da çıraklıktan ustalığa gayretli bir yol izlemeliyiz. Ne çıraklık için geçtir ne de ustalık için erken; incelikli gayretlerin zamanını gösteren bir başlangıç ve bitiş yoktur çünkü. Bilmeliyiz ki vakit, kendini yaratır.