Günün bazı yüzleri vardır, sihirli bir elin dokunmasıyla renk ve ışık büyüsünün güzelleştirdiği. Bir sonbahar günü örneğin; sakin çiçeklerin gözlere egemenliğini ilan ettiği dingin öğleden sonraları… Güneşin yormadan ısıttığı tadına doyulmaz saatler… Yazdan yorgun düşmüş tüm varlık âlemi, o aydınlık anların zevkiyle kışın soğuğuna keyif biriktirir. Göçmen kuşlar, göğün en kadim sahipleridir artık. Bulutlardan çıt çıkmaz henüz; bulutlar, Vivaldi’yi bekler; keman telleriyle yağmurun sesini taşısın diye. Refik Halit Karay’ın yapraklar da çiçek olurlar, dediği günlerdir: “Öyle çiçekler ki ne çingene sarısı ne burun kanı rengindedir; ne arsızca açılmış ne şımarıkça sırıtmıştır. Bütün renk asâletini ve biçim kibarlığını nefislerinde toplamışlardır.”
Belki şehir taşlarına düşen sonbahar koyudur, kasvetlidir, hüzün yüklüdür. Ya Sait Faik’in sonbaharı? İnsana; sulh, şiir, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu, açsız, hırssız bir dünya düşündüren sonbahar? Ancak çelişkisi de büyüktür hikâye ustasının; insan adına düşlediği güzelim sonbaharı, insandan ziyâde kuşlara ve balıklara hediye eder gibidir öykülerinde. Dülger balığının ölümünü anlatırken, atmosferimize alışmasın diye, içinde ne kadar güzel şey varsa hepsini birer birer söküp atmasın diye, onu küstürmeyelim, kendimize benzetmeyelim diye ne çok dil döker. Merhametsiz insanı, yine insana şikâyet eder çaresiz.
Ve merhametin, bir de sadakatin doğa dilindeki adıdır bu mevsim; kurumaya yüz tutmuş çiçeklerin hâtıraları sonbahara emanettir. Salkım söğüt, yaprağını toprağa teslime hazırdır; o da tanır sonbaharın merhametini.
Böylesi bir ten ve ruh sarhoşluğunun orta yerinde kişi, kime ve niye ihtiyaç duyar? İnsan; enerjisi, sesi ve egosuyla bazı anların katili değil midir? Günün büyüsüne katılmak isteyen insanoğlu, kendinden bir duvar örmeli ve bırakmalıdır varlığını tabiat ananın kucağına. O duvarın sınırlarından ne bir insan sesi, ne de nefesi geçmelidir beri tarafa. Sessizliğin sesi, çiçeklerin ve ağaçların koşulsuz egemenliği kişiyi onarmalı, iyileştirmelidir. Kaygılardan azade, kanının her damlası sükûn ve şükürle damarlarda akarken benlik sarhoş; ruh derin bir âyinin tutsağı olmalıdır. Olsa olsa bir ötücü kuş, haber vermelidir kişiye zamanın akışından. Yüze değen bir yel demelidir ki: “Tadına var bu anın; gün devrilmede, kendi varlığından ördüğün duvar incelmededir.” Bitmesin, diyerek cevapladığın bu sesler, sana seni unutturmalıdır.
Cemal Süreya: “Dedim ya… Eylül’dü / Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin.” der. Alınmasın, gücenmesin bana; bu saltanatı yaşamak dururken kim korkar yalnızlıktan?