Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

                                                             Bu şehir arkandan gelecektir.

                                                             Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,

                                                             aynı mahallede kocayacaksın;

                                                             aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

                                                             Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

                                                             Başka bir şey umma.

                                                             Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

                                                             öyle tükettin demektir bu yeryüzünü de.

                                                                                                               Şehir / KAVAFİS

                       

Hatırlamaktan kaçındığımız bazı anlar vardır. Benliğimiz, bu hatıraların uzağında dolaşır mütemadiyen. Nice sırların, pişmanlıkların gerisindedir yerleri. Lakin belleğin de artçıları yok mudur? Bir görüntünün, bir sesin, bir kokunun ruhumuza teması ile hafızamız devreye girer ve uzağındayız  sandığımız yerlerden o anın yakınına  atıverir bizi. İnsanız, bir yanımızla korunmaya çalışırken diğer yanımızla gafil avlanırız.

17 Ağustos 1999…

Gecenin sabaha ereceğine inançla yatağımdayım.

Bahçesiyle, kedileri ve köpekleriyle sağlam yapılı bir köy evi…

Yuva…

Henüz evliliğimin ilk yılları ama o günlerde baba evindeyim. Sıcak yaz gecelerinde çoğumuz zamanı uyku ile uyanıklık arasında tüketiriz ya ben de o durumdayım. Erkek köpeğimiz Arthur, çok huzursuz. İlk katın balkon önüne kadar taşımış zincirini. Zincirin sesi, uluma ile inleme arasındaki sese karışıyor. Bir ara annemin azarlayan sözünü duyuyorum: “ Arthur, sus artık! Herkesi uyandıracaksın.”

Depreme dakikalar var. Sağdan sola dönüp duruyorum. Güya Arthur susacak ve ben, seher serinini uyuyarak karşılayacağım? O güne kadar hayvanların, özellikle de köpeklerin depreme dair güdülerini bilir, okurduk hep. Fakat bu gerçeği tecrübe etmek inanın, fayda hanesine yazılacak cinsten değildi o gece. Annemin sonradan anlattığına göre üstüne dökülen bir kova su bile kangalımızı teskin edememiş.

1999 depreminin oluş aşamalarını çok duymuş, çok okumuşsunuzdur. Zira her birimiz, her depremin ertesinde birer Jeoloji uzmanı olup çıkıyoruz; kimimiz korkularımıza çare bulabilmek, kimimiz haklı haksız eleştiri yapabilmek adına.

İlk anda duyduğum boğuk bir kütleme idi. Sanırsınız Hades’in kardeşi Poseidon, yerin yedi kat altında tarih öncesi uykusundan uyanmış. Göklerden duymaya alıştığımız gürleme ne ki!? An itibariyle ayaktayım. Anlayacağınız, depremi uyanık ve ayakta karşılayanlardanım ben de. Lakin ne kadar ayakta? Birinin avucunda savrulup duran atılmaya hazır zar olduğunuzu düşünün?

Kumarbaz Poseidon!

Güçlükle odamın kapısına ulaşıp ellerimle kirişin iki yanına tutunabiliyorum. Nihayet ayakta  durabildim. Hemen yanımdaki ahşabı kuvvetli giysi dolabı, boynuma çarparak yere devriliyor. Boynumdaki derin izi yıllarca taşıdım.

Deprem üçüncü ve son aşamasını da tamamladığında can havliyle birbirimizi yokladık; sağ idik. Aklımda tek bir düşünce vardı; bu dehşeti sadece biz, bizim köyümüz  yaşadı. Böylesi bir sarsıntı her yerde olamazdı, olmamalıydı! Yanılıyordum...

Bunsan sonrasını, şehrimizin halini, insanımızın akıbetini anlatmayacağım. Hepiniz biliyorsunuz, hepimizin yine bu günlerde bildiği gibi… Ancak üç görüntü belleğimden hiç silinmedi. Öylesine gerçekti ki…

İlki, şehrimin merkezine- Adapazarı’na- ulaştığımda  enkazların üstünde arama kurtarmayı başlatan Türk askerinin varlığı. Tanımadan sevmekti bu görüntünün adı. Yalnız olmadığımızı hissetmekti. İkincisi; aynı yıkıntılardan taşan cansız kollar, bacaklar… Son alarak, yarı çıplak bir adam… Kucağında beyaz çarşafa sarılı cansız bir beden… Bu cansız beden: “Ben gencim, çocuğum” diyordu zayıflığıyla. Yarı çıplak adam, babaydı ve Poseidon’a isyan ediyordu öfkesiyle. Acısı, öfkesinin altında sinmiş nicelerinden biriydi o da.

Kant, zaman ve uzamı insanın iki türlü görü biçimi olarak kabul eder. Ne görüyor olursak olalım, bunları zaman ve uzam içinde yer alan olgular olarak kavrarız. Uzam, algılanan tüm nesnelerin uzayda yer kaplama halidir.

Şehirler ki zaman ve uzam algısıyla hafızamızdır, çoğumuz 1999’da hafızamızı yitirdik. Şehrim; evleri, dükkanları, parkları ile yok oldu.  “Köşebaşında fırın var ya hani… , Şengül Eczanesi’ni geçince  işte… , Altın Kundura’yı dön…” benzeri mekan ve  konum tarifleri yapamayacağımız bir  güne  uyandık.

Çocukluğumuz öldü, sevdiklerimiz kadar. Çocukluk ki sokakların güvenilir taşlarına emanettir. Kapılarını yokladığımız dost evlerini kaybettik. Sırlarımız, dostlarımızla birlikte beton yığınlarının arasında kaldı.

17 Ağustos 1999…

7 Şubat 2023…

Ve diğerleri…

Belki birkaç parça eşyası ile ama hafızası yitik nice can, öksüz şehirlerine ağlıyor.

Şehirler de insanına…