Fahri Tuna’dan: ‘Ben Plevne Kahramanı Zarif Ağa, Ortakçı Olacağıma Ölürüm Daha İyi” Diyor ve Üzüntüsünden Kırk Gün Sonra Ölüyor
Bundan Sonrası Hüzün Artık
İnciri ve üzümü de meşhurdu Akhisar’ın. Zeytini gibi üzümü ve inciri de çok lezzetliydi.
Fikret Hanım:
“- Ayşe, hadi kızım üzüm suyu getir, ağzımız ıslansın biraz. Buzdolabının kapağında şişelerde, biliyorsun değil mi?” dedi. Ayşe fırladı hemen:
“- Aman anne, bilmez miyim. Yabancı muamelesi yapma bana. Unutuyorsun galiba, ben bu evin de kızıyım be…” diye cevaplarken babası Zarif Usta’ya da göz kırpıyordu. Baba kız göz göze gelip çaktırmadan tebessüm ettiler.
İyi anlaşırlardı öteden beri. Hatta sözden çok gözleriyle anlaşırlardı çoğu kez.
Gerçi Fikret Hanımla da çok iyiydi Ayşe’nin arası.
Allah’ı var, Ayşe’yi aldıkları dört yaşından bu yana ne Fikret Hanım Ayşe’ye öz kızından, ne de Ayşe Fikret Hanım’a öz be öz annesinden farklı davranmıştı; bilmeyen öz anne-kızdan ayıramazdı. Kendileri gibi o da bir yetimdi çünkü. Öylesine sevgi saygı ve uyumluydular.
Az sonra Ayşe elinde bardaklar salona girdi:
“- Sonra baba, sonra ne olmuş?”
“- Sonrası pekiyi değil be kızım. Bundan sonrası hüzün artık…”
Aile dramının verdiği üzüntüden olmalı, Zarif Usta’nın yüzüne bir acı hâkim olmuştu. Alnındaki çizgiler daha bir belirgindi şimdi. Alnı da kızarmıştı. Öyle olurdu. Zarif Usta ne zaman üzülse, akça pakça olan Muhacir yüzü kızarır, yüzü ay yıldız gibi kırmızı ve beyaz bir renge bürünürdü. Yine öyle olmuştu işte. Anlamıştı durumu Ayşe.
Devam etti anlatmaya Zarif Usta:
“- Tütün ekimleri başlar. Tütün işi yapanlar iyi bilir; kimse kimseye yardım edemez. Çünkü zamanla yarıştır tütün işi; ‘dur, bir iki gün sonra yaparım, akrabama yardım edeyim’ diyemezsin. Zamanında ekeceksin, zamanında çapalayacaksın ve olmuş yaprakları zamanında kıracaksın… O nedenle başkasına yardım çok zordur.
Bizimkiler tarla işlerine yabancı. Soğan dikmesini bile bilmiyorlar. Çünkü memlekette hep Gâvurlar çalışıyormuş bizim tarlalarda orada. Sistem orada öyleymiş. Gâvurlar çalışırmış, Türklere yarısını verirmiş. Ee bizimkiler, babaannem Allah rahmet eylesin hep mutfakta. Ev işinden yemek ve işte bizim orasını bilenler bir tane bizim tanıdıklardan birisi vardı, Kıratovalı işte o da, Şemsi Amca. Kıratova’nın köylerinden gelme, onunla konuşuyordu, bir tek o anlatıyordu:
“- Sizin diyordu bahçeye çıkarken evin içinden böyle koca dolap vardı böyle. Biz böyle atımızı arabamızı katırımızı sizin evin bahçesine koyardık. Damlarınız vardı arkada” diyor.
Dolabın kapağını bir çeviriyorlardı, buradan yemekleri koyuyorlardı dolaba, çeviriyormuş kapağını öbür tarafa, oradan açıyorlarmış kapaktan alıyorlarmış. Kadınları görmüyorlar yani. Kadınlar görünmesin diye. Ondan sonra boşları yine oraya koyuyorlarmış, içinden dönen dolap. Yani böyle günlerden gelmişler. Hiç çalışmamışlar yani ne yapsınlar bir şey ekmesini bilmiyorlar.
Geldiklerinde on nüfus bizimkiler, sekiz de İsmail Dayılar. On sekiz kişiydik evde diyordu babam. Üç sofra birden kuruluyordu her öğün diyordu babam.
Her gün doğru Soğuktulumba’ya, orada bizim bir bakkal vardı, Abdurrahman Amca, memleketli Kıratovalı… Bir teneke tereyağı ondan sonra bir yarım kuzu. Etten başka bir şey yemiyorduk diyor babam.
Alışmışız memlekette et emeğe diyordu babam. Orada bizim kendi hayvanlarımız vardı, kesiyorduk diyor; iki tane dana, üç tane kuzu. Asıyorduk, buzhane odamız vardı. Oraya asıyorduk diyor.
Oradan babaannem kesiyor etten bir parça, yemek yapıyor. Kesiyor oradan yapıyor. Tereyağları tenekeyle…
Burada da tereyağından başka bir şey yemiyorlar. Bir teneke tereyağı oradan bir tane yarım kuzu… Öyle kiloyla filan demeye utanıyorlarmış, yani yarım kilo bir kilo et ver bana demeye. Kes şu kuzuyu, buradan yarısını diyormuş. Ona bile utanıyormuş öyle yarım almaya ama para gidiyor devamlı.
Öylelikle gelmişler oraya yemişler içmişler. Tütün ekimi daha başlamamış.
Meslek olarak, geldiklerinde, Musa Amcam nalbantmış. Zanaatı varmış yani. Zanaatı nalbantlık. Babam zaten on yedi yaşında, terzi çıraklığına gidiyormuş orada. Küçük amcamlar, İsa ve Mehmet Amcamlar daha ufak onlar, bir şey yapmıyorlar, okula gidip geliyorlar.
Getirdikleri Para Tükenmiş. Yantıraların Şükrü de Sahte Belgelerle Dolandırmış Dedemi. Memleketteki Araziler de Çar Çur Olmuş Böylece.
Dayımlar da kendi işlerinden yardıma gelememişler. Sene sonunda beş dönüm tarladan iki balya tütün olmuş; onu da zamanını ve kalitesini bilmediklerinden bedava denilecek bir paraya satmışlar. Anlayacağınız tarla kirası bile çıkmamış. Bu arada memleketten gelirken getirdikleri para da tükenmiş.
Bir de o arada Musa Amcamın memlekette evlenip ayrıldığı ilk eşinin ağabeyi, Yantıraların Şükrü derlerdi ona, Kıratova’dan gelenlerin izini sürerek dedemlerin adreslerine ulaşmış. Akhisar’dan başka Aydın Çine kasabasına yerleşenleri bile bulmuş.
Sahte belgelerle:
“- Memlekette yeni kanun çıktı, göç eden Türkler isterse buradaki mallarını satabilirler. Beni de vazifelendirdiler. Bana vekâlet verin ki ben arazilerinizi değerinden satıp size parasını getireyim” demiş.
Böyle alış veriş işlerinden hiç anlamayan dedem, geleni de tanıdığı için itimat etmiş. Bir de Yantıraların Şükrü Çine’deki akrabalardan aldığı vekâletleri de gösterince dedem iyice inanmış. Notere gidip vekâlet vermiş. O günden sonra Şükrü’den haber yok. Gidiş o gidiş. Bir haber de para da gelmediğine göre Yantıraların Şükrü dedemin arazilerini satıp yemiş. Sonradan memleketten gelenlerin dedeme söylediklerine göre; ‘Şükrü çok zengin oldu, Üsküp’e taşındı, dükkânlar alıp ticarethane açtı, hiçbirini de kendi üstüne yapmadı’ demişler.
Memleketteki araziler de böylece çar çur olmuş gitmiş…”
‘Ben Plevne Kahramanı Zarif Ağa, Ortakçı Olacağıma Ölürüm Daha İyi” Diyor ve Üzüntüsünden Kırk Gün Sonra Ölüyor
En hüzünlü bölümüne gelmişti Zarif Usta hikâyesinin.
Anavatana gelmişlerdi yüzbinlerce Balkanlı gibi onun dedesi babaannesi babası amcaları. Bir umut, bin bir umutla.
Kimi ağa kimi eşraf kimi kahramandı memleketinde. Sıcak sudan soğuk suya ellerini sürmeyen, konaklarda büyüyen konaklarda yaşayan hanımefendiler beyefendiler burada işsiz güçsüz mesleksiz yarı açtılar.
Hürriyet güzeldi evet. Hürriyet şahaneydi. Ama gözü kör olası; her öğünde karın acıkıyordu. Ve hürriyet karın doyurmuyordu.
Yapacak işleri meslekleri de yoktu doğru dürüst. Tarlada ırgatlık da yapamazlardı ya, yanlarında yüz, yüz elli kişi çalıştıran Zarif Ağa ve çocukları. Ağa olmak ağalık yapmak ağa yaşamak ne güzel bir onursa yoklukta da o kadar zorluktu.
Ağrına gidiyordu koca Plevne kahramanı Zarif Ağa’nın olan biten. Sabrediyordu. Belli etmek istemiyordu etrafına üzüntüsünü. Eşi hayat arkadaşı can yoldaşı üzülsün istemiyordu. Ama o da farkındaydı her şeyin.
Onun durumu Zarif Ağa’dan farklı mıydı ki. O da bir hanımefendi inceliği ve içliliğiyle içten içe kahroluyordu. Gözyaşlarını hep gizlemeye çalışıyor, içine içine akıtıyordu çoğu kez. Gözünün nuru Zarif Ağası, gönlünün süruru çocuklarına belli etmemek için ne kadar gayret sarf etse de gün be gün zayıflıyor, bakışları fersizleşiyor, gözlerindeki ışık, yaşama sevinci azalıyordu.
…
Fikret Hanım:
“- Hadi Ayşe kızım, getir çayları” diye seslendi. Az sonra çayları getirmişti Ayşe.
Hüzün yumağı şeklindeki bir sesle devam etti anlatmaya Zarif Usta:
“- Tarlada tütün olmuyor, bir şey olmuyor. Para da kalmıyor. En sonunda dedem dayanamıyor:
“- Ey kayınço! Ne olacak bizim hâlimiz böyle?”
“- Valla enişte istersen seni ortakçı verelim bir yere.”
Dedem başlıyor ağlamaya:
“- Ortakçı, ben koca Zarif Ağa, Plevne kahramanı Zarif Çavuş, orada Kıratova’da yani bütün belediye işlerini hiç parasız yapan, para almayan adam. O kanalları, çeşmeleri parasız yapan adam. Suyolcu Zarif Ağa. Kırotova’nın ağası Zarif. Evinde her gün yüzlerce insana yemek ikram eden Zarif Ağa. Gel Türkiye’ye. Akhisar’a. Burada ortakçı gir birine ha, ondan para isteyeceksin ha, tütün yapmaya kalkacaksın ha… Ölmüşsün sen Zarif Ağa. Ölmüşsün de ağlayanın yok senin…”
Böyle düşünüyor, hisleniyor, başlıyor ağlamaya. Kayınbiraderine diyor:
‘- Ben ortakçılık yapamam İsmail. Ölürüm...”
O arada da Zarif Dedemin ağabeyinin oğlu, Mustafa Baskıcı. Başka bir amcamız vardı, o da Birinci Dünya Savaşı’nda Yemen Cephesi’nde İngilizlere esir düşmüş, o da sekiz on sene Hindistan’da kalmış esir. Esir mübadelesiyle serbest kalınca Mustafa Baskıcı da buraya gelmiş, amcasıyla yani dedemle buluşmuşlar. Onlar burada Kınık’a yerleşmişler.
Kırk Gün İçinde Evden Çıkan Beş Cenaze
Dedem:
“- Haydi yeğenimi bir ziyarete gidelim” demiş, Kınık’a gitmişler.
O da:
“- Amca, ben seni ortakçı sokayım tütüne. İşte üç beş kuruş para al şimdiden, avans” demiş.
Zarif Ağa yine hüzünlenmiş, yine üzülmüş, yine kahrolmuş.
O kahırla kırk gün içinde Zarif Dedem, Rukiye Babaannem, Musa Amcamın üç çocuğu ölmüşler. Babam:
“- Kırk gün içinde beş tane cenaze çıkarttık evden” diyordu.
Hepsi ölüyor. Üzüntüden, üzüntüden veya salgın hastalıktan. Onu tam olarak bilmiyoruz ama büyük ihtimal bu kadar darbe yedikten sonra üzüntü de yıkmış zaten onu.
Bir evden kırk gün içinde beş cenaze. Dile kolay.
Kalp mi dayanır buna akıl mı. Üzüntünün bini bir para.
Cenazelerin defininden sonra büyük amcam, hemen almış karısını, işte o nüfus çıkarma olaylarında gezerken Ödemiş’i çok beğenmiş. Ödemiş’te de büyük bir han varmış onu gözüne kestirmiş Musa Amcam. Çok da hayvan var Bozdağ’dan atlar katırlar çalışıyor, han da büyük çok, orasını kiralamış. Oraya gitmiş, almış karısını.
Babam kalmış yalnız, ne yapacak babam? Yapayalnız… Küçük amcam var yanında Mehmet, Mehmet Amcam en küçükleri, bir de onun ortancası İsa var.
İsa Amcamı da orada, bizim yine Kıratovalılardan birisinin kocası ölmüş kadının bir de kız çocuğu varmış, ona iç güvey vermişler. Sen demişler bunun evinde barın artık burada. Onlar ne yapıyorsa sen de yapacaksın artık. Onu oraya iç güveysi vermişler. İsa Amcamın da, ömrü vefa etmemiş, kısa zamanda ölmüş o da sıtmadan.
Sonra babam almış Mehmet Amcamı da tutmuş elinden, Kınık’tan Akhisar’a yayan gelmişler… Hep yayan, tabii araba yok o zamanlar, hiçbir şey yok. Altmış kilometre, iki günde gelmiş buraya Akhisar’a…”
Vakit geç olmuştu yine. Saat on ikiye geliyordu neredeyse. Sabah işe gidecekti Ayşe de Fatih de.
Zarif Usta.
“- Bu akşam da bu kadar. Hadi yatalım çocuklar. Yarın akşam Zarif oğlu Aziz’in yani babamın hikâyesiyle başlarız nasip olur çıkarsak…”
Fikret Hanım:
“- Yarına çıkmaya senedimiz mi var. Nasibimiz varsa çıkarız, kaldığımız yerden anlatırsın. Çocuklar kadar ben de merak ediyorum…”
Yarı uykulu kızların büyüğünü Ayşe, küçüğünü Fatih kucakladı.
“- İyi geceler anne baba, Allah rahatlık versin ikinize de” dediler Ayşe ile Fatih.
Onlar da aynı sözlerle mukabele ettiler gençlere.
Şeyh İsa Camii’nde hissederek kıldılar Zarif Usta ile Fikret Hanım yatsıları.
Ayetel Kürsi’lerini okuyup uykuya bıraktılar kendilerini.