Yılmaz Güney: Ben Dayanıklı Tüketim Maddesiyim Diyen Bir Güzel Şair
İki Yılmaz Güney’den Hangisi Gerçek
Türkiye’de sokaktaki 100 kişiye Yılmaz Güney’i sorsanız, 90’ı aktör diye cevap verir. Bir kısmı da Çirkin Kral diyecektir. Eyvallah.
Halbuki hakikat başkadır. İki Yılmaz Güney vardır ülkemizde. Biri şair diğeri aktör/yönetmen. Sinema, edebiyata oranla çok daha fazla popüler olduğu için yönetmen olan daha çok bilinir.
Aktör olan 01 Nisan 1937 Adana Yüreğir doğumludur, şair olanı 01 Ocak 1949 Trabzon Çaykara Dernekpazarı.
İlkinin gerçek adı Hasan Pütün’dür. Önce adını Yılmaz yapar, sonra soyadını Güney. İkincisinin (şair olanın) doğuştan, gerçek-orijinal nüfus kaydında Yılmaz Güney yazar. (İlki için kaynak, Oya Pervin Pelit, Benim Yeşilçam’ın kitabı. İkincisi için kaynak, Yılmaz Güney, Yılmaz Güney’i Anlatıyor, TYB Sakarya’nın 19.10.2019 tarihli belgesel çekimi.)
İlki aktör, senarist, yönetmendir. Ayrıca Yumurtalık Hâkimi Sefa Mutlu’yu (13 Eylül 1974) katletmiş, 19 yıl hapse mahkûm edilmiş, mahpus yatarken bir günlük izindeyken (09 Ekim 1981) Yunanistan’ın Meis Adasına kaçmış, ardından da Fransa’da yaşamış, 47 yaşındayken, 09 Eylül 198 tarihinde Paris’te vefat etmiştir. Şair-akademisyen olanı ise 73 yaşındayken, 11 Kasım 2022 tarihinde Adapazarı’nda vefat etmiştir.
Doğduğu şehirler (Adana ve Trabzon), yaşadığı şehirler (İstanbul, Paris ve Edirne, Adapazarı), Sanatları (aktör ve şair), meslekleri (senarist-yönetmen ve fizik doktoru), siyasi / dünya görüşleri (komünist ve yerli-muhafazakâr); her şeyleriyle taban tabana zıttır.
Sonuç: Gerçek Yılmaz Güney, Trabzon’da doğan, 1977-2016 yılları arasında Sakarya Üniversitesi’nde Fizik akademisyeni (doktor öğretim üyesi) olarak görev yapan, şair olanıdır. Hadise budur, bu kadardır.
Üniversite Hazırlık Kursundan Hocamız Yılmaz Güney
Benim Yılmaz Güney hocamla tanışıklığım 1977 sonbaharına dayanıyor. Lise sondayız. Üniversite hazırlık kursuna gitmemiz gerek. İki alternatiften birisi, MTTB Dershanesi. Adapazarı Uzunçarşının kuzey başında, sağda, ince uzun bir bina. Bodrum katı lokanta. Üstündeki her kat MTTB'nin. İlk kat idari, ikinci kat dershane. Sonrakiler yurt. 1977 Aralık ayında eğitimler başlıyor. İyi hatırlıyorum: Matematik hocamız İbrahim Özgür. Kimyaya Ali Osman Aydın, Fizik'e Recep Akkaya ve Yılmaz Güney. Otuza yaklaşan yaşı, seyrelmiş saçları, ağır abi duruşu, benim hayatım Fizik'tir, haberiniz olsun edalı ses tonu, disiplin ve ciddiyet saçan bakışları ile zihnimde yer etmişti Yılmaz hocamız. Bu algım, sonraki kırk beş yıl, ölene kadar da değişmedi.
Şiirlerimi Gösterdiğim Ünlü Şairler: Osman Sarı, Yılmaz Güney
441 Fen puanıyla İTÜ SMF Endüstri Mühendisliğini kazanmıştım. Nasibimizde bu varmış.
Bizimkisi en sosyal mühendislikti. Temel mühendislik dersleri daha ağırlıklıydı elbette. Fizik, kimya, statik, dinamik, lineer cebir, yüksek matematik, nümerik analiz vesaire. Hocalarımız çokca İTÜ'den ve İstanbul Üniversitesindendi. Teorileri doçentler profesörler anlatıyor, uygulamalarını ise asistanları yaptırıyordu. Fizik asistanı ise Yılmaz Güney hocamızdı, ne güzel. Fizik Laboratuvarında deneyler yaptırırdı bizlere, sık sık. Beşerli altışarlı gruplar halinde. Sonra raporlar isterdi. (Her sınıf arkadaşım, bu raporları günü geldiğinde Yılmaz Hocaya kabul ettirmek için nasıl göbekleri çatladığını, kırk beş sene sonra bile çok sıkça anlatıyorlar.)
Benim ilk iki yılımda star hocalarım beş kişiydi: Bir Savaşçıdır Kalbim kitabının yazarı Şair / İş hukuku asistanı Osman Sarı, Ateş Yalımı Üstünde Bir Toplantı hikâye kitabının yazarı, İş hukuku asistanı İsmail Kıllıoğlu, Günaydın Gazetesinin açtığı 200 Yıldır Ekonomide Niçin Hep Kaybediyoruz ödüllü yarışmasına katıldığımda, metinin sık sık birlikte değerlendirdiğimiz Sanayi Sosyolojisi dersimizin asistanı Sami Şener, daha birinci sınıfta hediye ettiği Cemil Meriç'in Bu Ülke'siyle yönümü değiştirdiği için ömrümce müteşekkir olduğum İktisat asistanı Sami Güçlü ve. Ve Mavera'da yayımlanan Dağ Evi şiiriyle (Mavera Dergisi 28. Sayı/ Mart 1979) tanıdığımız / sevdiğimiz / hayran olduğumuz, Fizik asistanımız Yılmaz Güney. Onları fark ettiğimden itibaren, Osman Sarı ve Yılmaz Güney, sık sık şiirlerim gösterdiğim ağabeylerim, dostlarım, hocalarım oldular. Eleştirilerini aldım sık sık. O yıllarda Necip Fazıl hayranı olarak 6+5 veya 7+7 hece vezniyle şiirler yazdığım yıllarımdı. Sarı ve Güney, ufkumu geliştirdiler, açtılar, büyüttüler. Bugün hece/serbest şiir diye ayırmadan seviyorsam, Sezai Karakoç ve İsmet Özel en sevdiğim şairlerse, - kimse duymasın da, gizli gizli yazıyorsam,- bunu en çok Sarı ve Güney'in beni yönlendirmelerine borçluyum. Ve tabii bir de Cahit Zarifoğlu ağabeyden, o günlerde (1979) Mavera'nın arka sayfalarından birinde, şiirlerimle ilgili yediğim zılgıta.
Özetle Osman Sarı ve Yılmaz Güney, benim için, İş hukuku ve Fizik'ten ziyade şiir hocalarımdır. Teneffüslerde ettiğimiz sohbetler için, sınırsız müteşekkirim her iki büyüğüme de.
Birlik Vakfı'nda Meczupların Hâmisi Yılmaz Güney
1982'de mezun olduk. Askerlik şu bu… Hayata atıldık. Serazat bir adamdım o yıllarda. Yirmi beşlerinde, edebî çizgisini netleştirmemiş bir genç.
O günlerde üç mahfil, üç dergâh, üç kaynak aydınlattı yolumu. Besledi, büyüttü. Işıttı önümü: Selahaddin Şimşek Asmaaltı Akademisi, İhvan Kitabevi, Birlik Vakfı/Çöplük.
Gümrükönü'nden Yenicami'ye çıkarken, sağda, bizim Sultan Süleyman Azaklı'nın sahibi olduğu Gülen Ekmek Fırını'nın üstündeki bir dairede, salonu Bulvara, oturma odaları arka bahçeye nazır Birlik Vakfı'ndaydık her Cuma veya Cumartesi. Bizim Gırıkkaleli Çıtak Veyselciğimle. (Karafilik)
Ezeli/ebedi başkanımız Harun hocaydı kuşkusuz. Varlığı yeterdi. Konuşmasına gerek bile yoktu. Akşamların ağır topları Sami Güçlü ve Yılmaz Güney'di. Merhum Ömer İnan'ı operasyon adamı olarak hatırlıyorum. Arka odaya birilerini çekip o şahsın bazı sorunlarını çözen kişi. Dairenin / vakfın kirası ve çay cağı giderleri için ayda bir salma vergi toplanırdı. (Bir nevi aidat.) Daha sonra iki dönem SAÜ, bir dönem de KOSTÜ rektörlüğünü üstlenen Muzaffer Elmas'a öderdik. Akademisyenlerin en gençleri ve mutemetleri olarak.
İşte Yılmaz Güney, hep susan ve dinleyen adamdı orada. Susan ağır top. Susan ağır adam. Sohbetin demlendiği, tavşan kanı çayların irinin gelip birinin gittiği, muhabbetin tavan yaptığı sıralarda, dış kapı çalınır, içeri bir meczup girerdi. Başka bir hafta da başka bir meczup. (Dört - beş ayrı kişiydi bunlar. Bilirdi, tanırdı herkes.) Onlar kapıda göründü mü yüzler Yılmaz Güney'e dönerdi, bak senin adamın geldi yine, ilgilen hadi bakışlarıydı bunlar. Yılmaz Abi de yavaş yavaş doğrulur, o dostunu kucaklar, arka odaya geçer ç beş dakika sonra dönerdi. Belli ki karnını doyuracak harçlığı vermiş, onu mutlu etmiş de göndermişti. Bunu, Yılmaz hocanın, giderken kış güneşi kadar etkisiz ve sakin, gelirken bahar güneşi kadar aydınlık ve mutlu bakışlarından okuyorduk. Yılmaz Güney, Birlik Vakfı'nda senelerce meczupların gözünden tanıdığı, bildiği sevdiği kişiydi. Onun müşfik bakışlarında kayboluyordu onlar. Ve kucaklayışında elbette.
Irmak Dergisi Hatıraları: “Durun, acele etmeyelim. İyi bir düşünelim dergiyi”
Yayıncı Mehmet Varış'ın çok doğru bir tespiti var: Trabzonlu Yılmaz Abi'de bir Karadenizlide olmayan her şey vardı, şeklinde. Bu sözün altına imza atarım, gönül rahatlığıyla. Nitekim aynı düşüncelerle, Yılmaz Abi'ye sağlığında, en az beş kez; - Sen tedavi görmüş bir Trabzonlusun abi, demişliğim vardır. Malum, Karadeniz insanı atak, cevval, gözü kara, heyecanlı, üretken, bir projede yüzde 50 başarı ihtimalini gördüğünde ona çoktan başlayan bir yapıya sahiptir. Yapar geçer o. Yılmaz Güney ise aksine son derece yavaş, kırk kere düşünmeden adım atmayan, ince hesap yapan, yüzde 100 başarı ihtimalini görmeden başlamayan, sakin, kontrollü, sağlamcı bir yapıya sahipti.
Nitekim 1999 Mart ayında, Keremali Dağı eteklerinde, bir jüri toplantısı biriminde yorgunluk çaylarımızı yudumlarken, benim, oradaki beş şaire birden,
- Var mısınız Adapazarı'nda bir edebiyat dergisi çıkartmaya? Teklifime herkes, elbirliğiyle,
- Varızzzz, diye bağırırken, bir tek o:
- Acele etmeyelim, iyi hesap yapalım, dergicilik zor ve meşakkatli bir iştir. Üzerine iyice çalışalım, demişti.
Tam da buydu işte Yılmaz Güney. Sağlamcı, ihtiyatlı, sakin.
Sana Yetki Verdiğimi Hiç Hatırlamıyorum, Fahri!
Onun öncülüğünde Irmak Dergisini, aylık olarak, tam on bir yıl, yani 132 (yazıyla yüz otuz iki) sayı çıkarttık. Çok işinin katkısı vardı, dergiye. Her biri değerli katkılardı. Müteşekkiriz.
Yakından bilenler, iyi bilirler, Yılmaz Abi, bizim başımız, pirimiz, dergimizin resmi sahibi ve yazı işleri müdürü, ben de kardeşi, öğrencisi ve dostu olarak Irmak'ın genel yayın yönetmeniydim.
Ortalama her hafta toplanırdık. Bu ayda dört, yılda elliye yakın toplantı demekti. Yılmaz Güney hocamız, ilk iki üç yıldan sonra toplantılara seyrek gelir olmuştu: mazereti hep aynıydı: İkinci öğrenim dersim var. Benim, asistanın girsin be hocam? Teklifime ise, sevgili Fahri, artık asistan yok ki girsin diye cevap verir olmuştu. Dört beş toplantıdan birisine ancak katılır olmuştu. Ben de yarı şaka yarı ciddi bir slogan tutturmuş, her toplantıyı Pirimiz başımız büyüğümüz Yılmaz Güney'den aldığım yetki ve cesaretle diyerek açar olmuştum.
Yine bir gün, onun da bulunduğu bir toplantıda, muziplik olsun diye, aynı sözle toplantıyı açtım. O önemli bir şey söyleyeceği zaman gözlerin ve ellerini açtığı her zamanki ifadesiyle,
- Ben sana böyle bir yetki verdiğimi hiç hatırlamıyorum, sevgili Fahri, demiş, ortalık kahkahaya boğulmuştu.
“Bu Dergiyi kapatmadınız mı daha?”
Irmak'ı çıkaralı dört beş sene olmuştu. Sessiz ve derinden yolumuza devam ediyorduk. Kurucu kadroda ve zamanla eklemlediğim arkadaşlarda da o ilk heyecan ve istek azalmıştı. Maddi zorluklar da gitgide artmıştı.
Yük ve sorumluluk en çok da Yılmaz Abi ile benim üzerimdeydi. İkimiz de farkındaydık her şeyin. Ben yeni arkadaşlar ve özel sayılar ve yarışmalardan oluşan yeni hedeflerle bu sorunu aşmaya çalışıyordum, Yılmaz Abi ise umudunu yitirmişti.
Her sene Aralık ayında, bir sonraki yıl nasıl bir Irmak olsun? toplantıları yapardık. Yılmaz Güney, bir tek bu toplantıları hiç aksatmaz, toplantının yönetici olan bana gözlerini dikerek, her zamanki beylik cümlesini boca ederdi masamıza:
- Bu dergiyi kapatmadınız mı daha?
Ben de şaka karışık, gülüşmeler arasından cevap verirdim:
- Abi, 'Abazalar attan, Manavlar inattan ölmüş' atasözünü bilmiyorsun sen galiba. Bende Manav inadı var. Vazgeçer miyim hiç...
En az beş yıl, Aralık toplantılarında yaşanmış bir diyalogdur bu, iyi hatırlar Irmak Ailesi bunu.
Ama 2011 Aralık ayında, ben de pes edince, 132. sayıda yayınımıza ara verdik. Her güzel şeyin bir sonu vardı, malum.
HAFTAYA: ERDEM BAYAZIT’IN CENAZESİNE BİR GARİP YOLCULUK