Hatıralar, yaşadığımız hayatın elinden kurtarabildiklerimizdir.
‘Kardeşten de öte’ tâbirini tam karşılayan öyle arkadaşlıklar ve dostluklar vardır ki, arada bir gardımızı düşüren hayatın çetin gerçeklerini çekilir kılmak için efsaneleşmişlerdir adeta.
Aristo varsın, ‘Dostu çok olanın dostu yoktur’ desin, hatta ‘Ey dostlarım, dünyada dost yoktur’ da desin, bizim dostluğumuzu görmediği için mazur da görülebilir ama gerçekten şâhit olsaydı, dostluk tariflerine bir yenisini daha eklemek zorunda hissedecekti kendisini. (Biraz abartım mı acaba?! Biraz mı?!!.)
Çeşitli gruplar tarafından değişik isimlerle anılan dostluk grubumuza en güzel adı Fahri Tuna belirlemişti: ‘Muhteşem Dörtlü.’ Kimdi onlar? Selâhaddin Şimşek’ti, Alâaddin Taşçeken’di, Mehmet Sami Çakmak’tı ve bendeniz Salih Deniz’di. Bir de Necdet Durak dostumuz vardı ve onun başka bir kentte yaşamak zorunda olması dostluğunun bâki kalmasına engel değildi.
Selahaddin’in Vefatıyla Tespihimizin İmamesi Koptu Adeta
Fenâ âleminde her şey bir şekilde halloluyordu da beka âleminde öyle olmuyordu işte! Oraya gitmek istememek insanın elinde değildi. Ölüm, “kapımızda kişner, sabırsız bir at’ olduğunda kaçınılmaz son da gelmiş oluyordu. Ve Selâhaddin Şimşek dostumuz, Allah’ın rahmetiyle aramızdan ayrılarak, ana vatanına göç ediyordu. Ne mi olmuştu? Tespihimizin imamesi kopmuştu yahu!
Dostluğumuz, öğrencisi olduğumuz Adapazarı İmam-Hatip Lisesi’nde başladı. Aynı okulda okumanın bize sağladığı imkânlar ile aramızda bir inanç birliği oluştu. Daha sonra Selâhaddin dostumuzun teşvikiyle edebiyata ve sosyal konulara ilgi duymaya başladık. Onun sınır tanımayan sanatçı ruhu, bizi tiyatro ile de tanıştırdı.
Yetmişli yıllar, ülkemiz için tam bir toplumsal kaos yıllarıydı. İslâmcılar, sol gruplar ve milliyetçiler, devamlı çatışma içindelerdi. İnsanı insana, kardeşi kardeşe kırdırarak her fraksiyonu kullanmasını bilen mevcut düzen, ellerini çılgınca ovuşturarak kâbus ortamını olması gereken yere yani darbe ile sonuçlandırmaya götürüyordu. Biz de İslâmcılar olarak, düşüncelerimizi topluma ulaştırmak için gerekli faaliyetlerde bulunuyorduk. Zıt görüşlü grupların birbiriyle amansız mücadelelerde bulunmasını anlamak mümkündü de, benzer görüşlü grupların kendi aralarındaki çatışmaları nasıl izah edilebilirdi? Aslında realiteye nasıl yansıdığını yüzyıllar evvel İmam Şafiî’nin ‘Benzerler arasındaki sürtüşme, zıtlar arasındakinden çoktur’; İbni Arabî’nin, ‘Eğer zıtlar birleşebilselerdi, birbirlerinden bir daha ayrılmazlardı’ sözleriyle görebiliyorduk.
Onun Öncülüğündeki Beyaz Leke Tiyatrosu’yla İzmir Hariç Bütün Şehirlerde Sahne Aldık
Barış ve esenlik dönemlerinin vazgeçilmezi Tiyatro sevdasının böyle kaotik bir ortama denk gelmesi de zorluklar karşısında da başarılı olunabileceğinin bir göstergesiydi. ‘İmkânsız yoktur, imkân bulamayanlar vardır’ diyerek yalınkılıç meydana çıkan, adını ‘Beyaz Leke Tiyatrosu’ olarak lanse eden yönetmenimiz Selâhaddin Şimşek’in kadrosunda gurur duyduğumuz; içinde benim de olduğum, başta Alâaddin, Mehmet Sami, Necdet, Şaban Fehmi, Nizamettin gibi oyuncularla son eserimiz olan ‘Muhtar Kafası’ adlı oyunla başta Sakarya olmak üzere İzmir hariç diğer büyükşehirlerde ve ülkemizin bütününe yakın illerinde sahne aldık. Selâhaddin’in önderliğinde gece-gündüz düşüncülerimizi, hayallerimizi, ümitlerimizi kısacası hayatın bir bölümünü paylaştık.
Âlim babanın evlâdı olması, aramızda ortak bir ruhun da olmasını beraberinde getirdi. Değerli babasını kendisiyle tanışmadan yıllar önce dedem vasıtasıyla tanımıştım. Babası Dar’ül Fünun mezunu Cevdet Hoca, Orhan Camii’nde vaaz veriyordu ve dedem çocukluğunda kendisini dinlemeye giderken beni de götürüyordu. Oğlu ile tanışmamız da daha sonra öğrencilik yıllarında nasip oldu. Kaderin güzel bir cilvesi…
Alaaddin Haya, Mehmet Sami Temizlik, Necdet Hakikat, Selahaddin Teori ve Pratikti
Dostlarımın kendilerine has özelliklerinden de bahsetmem gerekirse, hiç abartmadan gözlemlerimi şöyle sıralayabilirim:
Alâaddin: Hâk ile Bâtılı birbirine karıştırmadan hep adaletten, merhametten yana edep ve hayâ duygularını ihmâl etmeyen bir karaktere sahiptir.
Mehmet Sami: Sureti ve siretinde karışıklık barındırmayan, merhamet ve hayır duyguları su kadar temiz bir insandır.
Necdet: Ruhunun sırlarını, hareketlerine en güzel şekilde yansıtan, kulakları hakikate hep açık bir kişiliktir.
Ve maalesef artık aramızda olmayan ancak anmaya, anlamaya ve tanıma şansı olmayanlara anlatmaya çalıştığımız Selâhaddin: İnsanlar arasındaki ilişkilerde son derece hassas, edep ve nezakette titiz, teorisyen ve pratikte erbaptı. Gerçeğe ilişkin konularda hep mutlak doğrulardan yana, sağlam bir karaktere sahip ve hayata bakışı her an güzel olan, birçok meziyetlerinin yanı sıra sanat ve edebiyat yeteneği ile bizler için yüksek bir değerdi… Özdeyişleri, makaleleri ve sohbetleri birer şâheserdi.
Selahaddin, Hayatın İçinde Ne Varsa Onlarla İlgiliydi. Kendini Her Şeyden Sorumlu Görüyordu
Kendisini ilgilendiren alanlar nelerdi? Hayatın içinde ne varsa onlardı. Ama önce hiçte önemsenmeyen, gündemde hiç tutulmayan İlmihâl bilgilerinden başlamak en doğru olanıydı. Hâl ilmi, yani insanın her an başına gelebilecek sorunları çözüme kavuşturmak için öncelik bu ilimde olmalıydı. Onu da farzı ayın ilimler takip etmeliydi.
Her şeye karşı kendisini sorumlu görüyordu. Aynı zamanda bizi de aynı çizgide kalmamız hususunda sürekli teşvik ederek, öncü bir tavır sergilemekteydi. Çok hassas bir kişilik yapısına sahip olduğu için çalışmalarımızın sonuçlarını öğrenmek ister ve bilgi birikimimizi gördüğünde de memnuniyetini ifade ederdi.
Kitaplar onun olmazsa olmazlarıydı. Kur’an’ımızın ‘Oku’ emriyle başlaması bize ilk ilâhî mesajı veriyordu zaten. Kitap, belli alanlara hasredilmeyip tüm alanları kapsamalıydı. Tefsiri, hadisi, fıkhı, sosyolojisi, psikolojisi, antropolojisi, edebiyatı şiiri romanı başta olmak üzere siyasal bilgileri ve uluslararası ilişkileri içine alıp adlarını teker teker saymanın mümkün olmadığı alanlara da uzanmak gerekiyordu. Hummalı kitap okuma dönemimizden önceki anıyı anlatmamak olmaz sanırım. Alâaddin’in Ömer Nasuhi Bilmen hocanın yazdığı tek cilt ve toplam beş yüz sayfalık ‘Büyük İslâm İlmihâli’ adlı kitabı okuduğunu söylemesi üzerine Selâhattin’in şaşırarak ‘Gerçekten tamamını okudun mu?’ demesini ama belli bir zaman sonra kitap okumalarımızı yoğunlaştırdığımız dönemde ikimizin de İmam Gazali’nin ‘İhyayı Ulûm’iddin’ adlı okuduğumuzu öğrendiğinde ‘Vay be. Bravo doğrusu. Bu kadar hacimli bir eseri göze alabileceğinizi sanmıyordum.’ Diyerek bizi kutlaması unutulmayacak anılardan biri olarak hâfızamızda hep kalacaktır.
Voltaire Gibi O da Sık Sık, ‘Beyler, Önce Kavramlarda Anlaşalım’ Derdi
Kavramlardaki kargaşa da onu tedirgin eden konulardan biriydi. Konuşmaların veya tartışmaların en can alıcı yerinde yapılması ise karşılıklı tahammül sınırlarının zorlanmasına yol açarak ortamın bir hayli kızışmasını sağlıyordu. Böyle bir anlaşmazlığa yol açılmaması için ne mi yapıyordu? Bu tip ortamların başlangıcında sık sık tekrarladığı: ‘Voltaire, işin çözümünü nasıl bulmuş arkadaşlar biliyor musunuz? Demiş ki, ‘Beyler! Önce kavramlarda anlaşalım.’’
Uygulaması zor da olsa kavramlarda anlaşmanın sağlanmasıyla sorun çözülmüş gibi görünse de düşünce bağnazları sadece kendi görüşlerinin doğru olduğu vehmine ‘ortalık karıştırıcılığı’ görevlerini layıkıyla yerine getiriyorlar! Karşı tarafın da haklı olarak görüşlerini aktarmak istemeleri üzerine meydan toz-dumandan göz gözü göremez hâle geliyor. Sonuçta, bir yazarın nefis tespitiyle bu konuyu noktalamak mümkün: “Tenis oynar gibi konuşuyor sanki insanlar; her söz karşılanması gereken bir servis sanki!”
Otuz Birinci Vefat Yıldönümünde Selahaddin’in Kitabını Görmek Ne Büyük Mutluluğumuz Olur
Üstadımızın birkaç ay sonra otuz birinci ölüm yıldönümünü idrak edeceğimiz zaman benim de Viyana’daki ikametim otun ikinci yılına girecek. Viyana denince Alâaddin’in kulakları çınlasın; bana arada bir takılarak ceddimiz Osmanlı’nın Viyana seferlerindeki başarısızlığını ve benimse bırakın sınırda zorlanmamı, Viyana’ya girerek orada tastamam otuz yıl kök salarak yaşamamın başarısını teatral bir şekilde oynayarak bir resital sunardı adeta zaman zaman!
Otu
z birinci vefat yıldönümünde Selahaddin Şimşek dostumuzun kitabını görmek, ne büyük mutluluk olacak, bizler için. Sabırsızlıkla bekliyoruz o güzel günü.
Bir genelleme yapmak doğru değil elbette ama benim kötü hatıralarımın birbir silinip gittikleri de apaçık bir gerçek. Unutmanın, Allah’ın kullarına ihsan ettiği bir nimet olduğunu da ‘unutmamak’ gerekir. İyi hâtıralarımsa öyle mi ya! Hele hele bir deha dostumuzla ömrümüzün önemli bir bölümünü geçirdiyseniz, sizde öyle bir intiba bırakacaktır ki, geri kalan ömrünüzün bir hayli sönük geçmesine katlanmak zorunda kalacaksınız demektir. Nesimî’ye selâm olsun! Onun ‘Orucun, namazın kazası mümkündür, lakin sensiz yaşanmış günlerin kazası yok’ tesellisiyle avutalım kendimizi zahir.
Kalem ‘dur - durak bilmeden’ devam ediyor. Gönül, böyle değerli maden herkese nasip olmaz, ‘tepe tepe kullan’ diyor. Akıl ‘bir yerde durmasını bilmeli’ diyor. Doğru da diyor.
Bilgemizin arada bir kullandığı ‘Esselamü alâ men ittebeal Hüdâ’ (Selâm, Allah’a tâbi olanlara olsun) temennisine mukabele ederek biz de ‘Evvel giden ihvana selâm olsun’ diyoruz.
Viyana, 10 Aralık 2023
(Not: Otuz üç yıldır Avusturya Viyana’da yaşayan, Sakarya Maksudiyeli Salih Deniz ağabeyimiz, bu yazıyı yazdıktan yaklaşık on bir ay sonra gurbet elde göçünü toplayıp Rabbimize iltica etti. Naaşı ailesinin isteğiyle Viyana’da defnedildi. (20 Kasım 2024) Salih ağabeyimize Yüce Mevla’dan rahmet diliyoruz. Mekânı Cennet olsun.)