Benim şehrimi, Adapazarı’nı evvelden beri defalarca başka insanlardan da dinlediğimden ara sıra aklıma şöyle bir düşünce gelir; aslında her birimiz için farklı bir Adapazarı mevcuttur. Hatta bazı zamanlar başkalarından dinlemiş olduğum bu farklı Adapazarı deneyimlerini acaba kendi tecrübe ettiğim şehirle karıştırıyor muyum diye düşünürüm. 

Babamın elinden tutup yürümeye başladığım zamanlardan beri parmağıyla işaret ederek bana anlattığı şehir, koltuğunda oturup yirminci yüzyıl başındaki çocukluk anılarından, İstiklal Harbi yıllarından, mektebe başladığı Sabihahanım Okulundan bahseden dedemin anlattığı Adapazarı’ndan oldukça farklıdır. Çocukluğumdan bu yana hem onlardan hem de pek çok başka Adapazarlı tarafından bana anlatılan bu anıları büyük bir merakla dinlemiş olduğumdan bu farkların neler olduğuna dair zihnimde pek çok malumat mevcuttur. 

Babamla şehirde gezerken denk geldikçe; benim zamanımda yerinde olmayanevlerden, Hanaltı’ndan, Bulvar’ın orta yerindeki devlet dairelerinden, kendi çalıştığı dükkânlardan, şu anda artık hayatta olmayan tanıdıklarından geçmişin hülyalarına dalarak bahsederdi. Babamın bana geçmişinde var olan fakat artık neredeyse hiçbir iz kalmamış bu hayalet mefhumlardan bahsederken neler anlatmak istediğini, onun neler hissettiğini uzun zaman boyunca neredeyse hiçbir şey anlamadan dinledim. Ta ki 17 Ağustos 1999 depreminin yıkıcı etkisinin ardından kendi Adapazarı’ma ait bildiğim pek çok yerin bir müddet sonra artık olmadığını fark ettiğim zamanlara kadar. 

Bu dönemden sonra ben de Bulvar’da, Çark Caddesinde, İzmit Caddesinde yıkılan ve bugün artık yerinde olmayan binaları, başka şehirlere taşınmış komşularımızı, vefat etmiş yakınlarımızı babamın hatırladığı gibi hatırlıyordum. İnsanın gözünü kapayıp şu an hiçbir iz kalmamış maziye ait ayrıntıları düşünüp derin bir nefes almasını ve iç çekmesini, ardından gözlerini açtığında bambaşka bir gerçekliğin içinde yaşıyor olduğunu fark etmesini artık çok iyi anlayabiliyorum.

Yaklaşık otuz senede bir depremlerle bu memleketin binaları yıkılır, yaşanan acı hadiselerden de ders alınmadığından aradan geçen kısa sürelerde dahi deprem gerçeği unutulur. Buna binaen her defasında acı bedeller ödenmeye devam edilir. Belki de pek çok Adapazarı’nın var olduğuna dair düşüncemi diğer memleketlerde yaşayanlara kıyasla daha vurgulu bir şekilde hissetmemin esas sebeplerinden biri de budur.

Yine de eski Adapazarı fotoğraflarına baktığımda farklı nesiller için farklı zamanlarda birden fazla Adapazarı’nın var olmuş olması ve şehrin muazzam bir hızla ve kontrolsüz bir şekilde uğramış olduğu bu değişim beni her seferinde şaşırtır. Fotoğraflardaki ayrıntılar aklımı çeler. Bir referans aramaya, değişen binaların yerine yapılan yeni yapıları, kapanan işletmeleri, artık hayatta olmayan eski Adapazarlıları ve bunların arasındaki bağları kafamda yerine oturtmaya çalışırım. Varoluşsal olarak birbirine pek benzemeyen bu Adapazarı deneyimlerinin içinde bulunmak bir noktada benim için biçilip önüme konulmuş misyonlarınbir bütünü gibidir. “Hangi maksatla bu farklı dünyaları deneyimlemiştim?” sualinin cevabını vermek kolay değildir. Zira bazen hayal âleminde açılan koridorlarda başkalarından dinlediğim bu farklı evleri, dükkânları düşünür, kendimi o olayların geçtiği dönemlerde hissederdim. Bir süre sonra kendi zihnimde, şehrin hafızasına kayıtlı bu özel işaretleri çözmeye çalıştıkça pek çok veriyi üzerinde barındıran onları tanımlamayı kolaylaştıran bu yolları birbirine bağlayan bazı anayollar olduğunu keşfettim.

17 Ağustos felaketi dolayısıyla Adapazarı’ndan uzakta yaşamak durumunda olduğum zamanlarda, şehre dışarıdan bakmak zorunda kaldıkça, hasretle memleketimi ve orada daha önce edindiğim tecrübeleri defalarca yeniden düşünürken bu anayollar aklımda daha da belirginlik kazandı. 

Bu bütünleyici ana yollardan ilki küçükken girip çıktığım ahşap konakların bulunduğu, geleneksel hayatımıza ait parçalarla oluşan, en iyi anneannemin bana anlattığı hatıralardan, masallardan bildiğim Adapazarı idi. İkinci ana yol; modern inkılapların tazyiki ile şekillenen, konumlarını muhafaza etmek adına ellerindeki imkânları kullanan bürokratik görevlilerce sürdürülen, okul sıralarından, cumhuriyet sonrasına ait binalardan, resmi törenlerden bildiğim başka bir Adapazarı idi. Sonuncusu ise benim zamanımda yaşananlarla, özel televizyonların açılmasıyla, internetin hayatımıza girişiyle, serbest piyasa ekonomisinin koşullarıyla yeniden şekillenen üçüncü bir Adapazarı idi. Gelecek hafta bu yolların ilki olan Birinci Adapazarı’nın ne demek olduğundan bahsedeceğim Uzunçarşı’nın Uluları adlı yazıda görüşmek üzere.