Bir şehrin ruhu da tıpkı insanınki gibidir. Zamanla birlikte değişime uğrar. Öte taraftan bir şehrin ruhunun ne demek olduğu, nereden baktığınıza göre de değişebilecek bir mefhumdur. Hatta kişiden kişiye bile değişir. O halde bu bahse dair edilecek kelamlar ne denli sıhhatli olabilir? 

Burada bir şehirden bahsederken bana bereketli gelen husus, belirli bir ruh halindeyken yaptığım tek boyutlu bir yorumla ilgili değildir. Çünkü muhakkak bu yorumun dışında kalıp da hakikati ıskalayan yerler olur, bu istisnaları düşünmeden de geniş resmi kuramazdık. Hâlbuki farklı bakış açılarının dengelediği bir bütüncüllük ile beraber muhakeme yeteneğimiz de hakikate ulaşma kabiliyetimiz de artar. Öyle ki buradan kaynaklanan verim; bizatihi meselenin üzerinde duruyor olmak ile gelen uğraşın kendisine dönüşüverir. Ben de işte böyle bir bakışla beni çepeçevre kuşatan bu dünyevi evimizin, Adapazarı’nın detaylarıyla ilgilenmeyi severim.

Bir şehri kendine has kılan sebeplerin ne olduğunu düşündüğümde bunlardan manevi olanlarının tesiri zihnimin bir yerlerinde mahfuz vaziyette duruyor olsa da bir şehre manasını esas verenin onun topografyası ve mimari kurulumu olduğu gerçeği olanca vüzûhluğu ile her defasında gelip karşıma çıkar. Bu da bana bedenden ayrı bir ruhun bu cihanda var olabilmesinin oldukça güç olduğunu yeniden hatırlatır. Hatta belki de bizim gibi fanilerin iradesi için bunun aksi mümkün de değildir. Ancak fiziki belirişler burada bahsedeceğim ruhu veya maneviyat dediğim de kastettiklerimi görünür kılabilir. 

Şehre ait olan bedenin fiziki kıvrımlarını oluşturan belirişlerin üzerine beşeri faktörler de oturduğu vakit; artık bu toplam, genel geçer bazı özellikleri onu görene hissettirmeye, hatta dayatmaya başlar. Dolayısıyla mevzu bahis olan eğer bir şehir ise tüm değişkenliğine rağmen genel geçer bir resimden söz etmek her vakit mümkündür. 

Adapazarı hakkında genellemeler yaparken şehrin benim ve çevremdekilerin üzerinde kurduğu tüm o baskın unsurları düşündüğümde onun kendine özgü ruh halini tasvir etme noktasında kendimi daha cesur hissederim. Böylelikle Adapazarı ruhu olarak tasvir ettiğim mefhum aslında her geçen gün yeni bir tanıma doğru dönüşen, dinamik olan bir sürecin aksine belli bir zaman dilimine ve bir arada yaşam deneyimine denk düşer. Bu zaman dilimi benim nazarımda Osmanlı bakiyesi köylü bir halkın cumhuriyet döneminin ilk asrında yaşadığı bir dinlenme ve sosyal eşitlik hissiyatının verdiği refah dönemidir. Bu geniş zaman diliminde Adapazarı ruhu belli bir ortak yaşam idealini paylaşma nazarından mayalanmış, pek çok açıdan kemale ermiştir. Buradaki refahın safi ekonomik gelişimle bir tutulamayacağının altını özellikle çizmek gerekir. Zira Adapazarı toplumunun koruyucu kuşaklarını çözen en tehlikeli çağ; halk zenginleştikçe, kontrolsüz tüketim anarşisi kulübünün bir üyesi olmayı kabul ettiğinde ortaya çıkmıştır.

Eskiden Adapazarı duygusunu üzerinde taşıyan şey gayet özgün bir kül halinde, birbirini tamamlayan yekpare bir terkip olarak bize kendisini sunardı. Şimdi yaşadığımız, hayli semirmiş halinde ise bunun ancak her yere dağılmış ufak parçalarını yakalayabildiğimiz noktada o dört başı mamur bütünün manalarını hatırlayabiliyoruz. Bu anılarını yeniden üretip tüketmeye imkân sağlayan bir çağın getirdiği ve bunu olağan kabul etmiş insanlar olarak bizlerin bugün yaşamak zorunda olduğumuz bir gerçek. Adapazarı yazarlarından Necati Mert, Bağ Çorbası adlı hayli dokunaklı denemesinde şehri ona göre biricik yapan değerleri saydıktan sonra tarif ettiklerinden geleceğe neler kalacağına dair endişeli olduğundan bahsetmişti. Şuuru olmayan bir değişimin getirdiği endişe; şehirlerine dair değerleri önemseyenlerin paylaştığı ortak bir duygudur. Değişim insan yaşamı için kaçınılmazdır. Ancak dünya hayatındaki evimiz olan şehirlerimizdeki tüm değişimlerin geçmiş deneyimlerin ve dünyadaki benzer örneklerin sonuçları da değerlendirilerek yaşanması gerektiği de açıktır. Bu sorumluluk hem şehir ahalisinde hem de yöneticilerin omuzlarındadır.