Büyük ricatlerin ardından İmparatorluğun pek çok köşesinden yolu iki nehir arasındaki bu şehre düşmüş olanlar birbirlerindeki farklılıklara rağmen onları kuşatan Müslümanlık şemsiyesi altında barınıyor olmaktan hoşnut olmuşlardır. Muhacirunun onca belalardan ve ıstıraptan sonra kaçıp geldikleri Adapazarı’nda buldukları berekete ve uhuvvete dair hatıraları bugün dahi şehirde anlatılagelir. Bu göç ahalisi için yürek acısının yerine koyabildikleri içten bir tesellidir.

Adapazarlılık Osmanlı bakiyesi topraklardan gelen pek çok faklı özelliklerdeki insanın bir arada kurdukları bir ortak yaşam idealinin adıdır. Uzun bir müddet bitmeyen harpler neticesinde imparatorluk yerine kurulan ulus devletimizin kaderi gereği bu durum bütün Türkiye sathına yayılmış olsa da Adapazarı bu göçlerle oluşan yapının kendine has sebeplerle kristalize olmuş bir örneğidir.

Dört bir yanındaki verimli ovalardan nasibini bulmaya, ekmeğini çıkarmaya çalışan tüm bu göç ehli bir taraflarıyla keskin bir sılayı rahim duygusunu sinelerinde taşırken, bir taraflarıyla da bu yeni yurtlarını bağırlarına eskisi yerine de basmışlardır. Şehir de bereketiyle onları boş çevirmemiştir. Adapazarı’nın esas mevzusu budur. Bir zenginliği kollayıp bütünlemekle, sonra da onu bölüştürüp dağıtmakla maruftur. Çünkü bu zenginliğin sebebi Sakarya nehrinin ve Çark deresinin suladığı bereketli ovalar kadar her gelenin geldiği yerlerden heybesinde getirdiklerini şehrin hayatının içine dâhil edebilme imkânı bulabilmiş olmasıdır.

Bir Osmanlı alametifarikası olan tarım toplumunun bütün o kendine has coğrafyalarındaki nakışlardan çıkınlarına atabildikleri kadarını getirenler, hayat telaşlarının içinde, burada maziden kalanlarla henüz bilmedikleri bereketli bir atiyi kurmak üzere olduklarının acaba ne kadar farkındaydılar? Tüm bu göç ehli; Adapazarı’nda başlayan bu yeni hayatlarında sokağa çıktıkları vakit artık aslında yabancı oldukları başka türlü bir beraberce yaşama kültürünün içerisinde kendilerini bulmuşlardı. Bu hem yaşandığı çağ itibariyle hem de niteliği itibariyle onlar için modern bir deneyimdi. Bir taraftan herkes kendi dilini ve kültürünü yaşatmak ve korumak istiyordu fakat tüm bu farklılıklara rağmen bir ortak yaşam düsturunu geliştirmeleri de gerekiyordu. Bu nedenle dillerini ve kültürlerini korurlarken bir taraftan bunu aşmaları gerektiğinin de farkına vardılar. Şehirdeki tüm insanlara, farklılıklarına rağmen sahip çıkmaları gerektiğini, diğerleri olmaksızın bu işin yürümeyeceğini de anladılar. Hem yerliler hem de muhacirler bu hususta hem fikirdiler. Bu gerçeğin farkına her yerde neden varılamaz? İşte Adapazarı ruhunun ne demek olduğunu biraz da bu sorunun muhtelif cevaplarının içerisinde aramak lazım gelir.

Bahse konu bir arada yaşamanın ortaya çıkardığı ulus devletler çağında ortaya çıkmak zorunda kalan bu modern tecrübe şehirdekilerin heybelerinde bulunan pek çok detayın getirmiş olduğu terkibin zenginliğiyle birlikte kurulmuştur. Mutfaklarında yapılan yemekleri, birbirine anlattıkları hikâyeleri şehrin kültür dairesinin içerisine peyderpey kazandırmışlardır. Göç ehli yeni yerleştikleri bu diyarda ihtiyaç duydukları özgüveni; kendilerini göçmen olarak değil, öteki olarak değil, bizzat Adapazarı’nın asli unsuru olarak hissedebilmeleriyle bulmuşlardır. Bu durum Adapazarlı olmayı başkaca örneklerden ayıran en belirleyici hususlardan biridir. Belki tarihi izlerin yoğun olduğu, keskin karakteri olan, şehre ait baskın kültürel dokunun oraya ait kimliğin ne demek olduğunu belirlediği başka bir yerde olsalardı bu özgüveni hissedemeyeceklerdi. 

Birkaç yazıdır saymayı denediğim bu nitelikler Adapazarı duygusunun mayasını çalan tarifin içindekilerdendir. Böylelikle Adapazarı her ne kadar modernizmin etkisiyle değişse de bu anlamda bir Adapazarlılığı yaşamış olanlar bıraktıkları izlerle, kendi kişiliklerindeki bazı özellikleriyle, selamlaşma usulleriyle, ses tonlarındaki vurgularla, kullandıkları farklı kelimelerle veya kelimeleri uyarlayarak kendilerine göre yorumlamalarıyla farklılaşıp o şehrin mensuplarınca bilinen bu özel karakteri halen yaşatmaya devam ederler. Bu; ferdiyetin kalıplaşmasıyla, bunun da şehrin ahalisi nazarında kabul görmesiyle oluşan nazik bir toplumsallaşmadır. Küçükken bana sıkıcı gelen bu saygı gösterilerinin aslında toplum yaşamını ayakta tutan bir dayanak teşkil ettiğini, tüm bu geçmiş deneyimlerin insanın mayasındaki en temel ihtiyaçlardan olduğunu ve onların kıymetini maalesef çok sonraları idrak edebildim.

Bir vakitler Adapazarı işte böyleydi. Bir vakitler genişçe kazanlarda kaynayarak neşvünema bulan tüm o lezzetler, belki sırlanarak bir talibin onu aramasını bekleyecek, belki bir katalogda sıraya girecek, belki de beklenmeyen bir rüzgârla yeni anlamlara erişecektir veyahut bu izler onları görmeye meftun olanlara layık buruk bir mirasa dönüşecektir. Nihayetinde sizi ulaştıracağı ilahi hedef sabit kalsa da, paletteki bu hercai renkler içtimai hayattan elini eteğini çekerken fecrin ardından gelen ışıkların gecenin karanlığında kaybolan döngüleri devam ettikçe bunların yerini hiç bilmediğimiz yeni alışkanlıklar, yeni kabuller alıverecektir.