Geçen gün ziyaretime gelen bir yakınım bana, kendi kitaplığından seçtiği ve ona da büyüklerinden miras kalmış bir kitabı hediye etti. “Quo Vadis” isimli romanın 1975 yılı baskısıydı bu.

99 depreminde göçük altından çıkarıldığı için ciltli kapağı epey hasar görmüş, buna rağmen içindeki sayfalarda okumaya engel teşkil edecek bir hasar oluşmamıştı.

Hediye etmek için, 46 yıl önce basılmış, manevi değeri olan ve hikayesi böyle sıra dışı bir kitabı seçmiş olmasını, “inanıyorum ki, kıymeti daha çok bilinecek ve manevi değeri daha da artacak” şeklinde, gönül alıcı sözlerle açıklayınca, ben de itiraz edemedim.

Polonyalı yazar Henryk Sienkievicz, I. Yüzyıl Roma’sında yaşanan zulmü ve bu zulme karşı yapılan destansı direnişi anlattığı bu romanı ile, 1905 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü almış. İlk sayfalardaki tanıtım bölümünde kitabın isim hikayesi şöyle anlatılıyor:

“Quo Vadis latince, ‘Nereye Gidiyorsun?’ demektir. Bu söz şuradan gelir: İmparator Neron Troia (Truva) üzerine okuduğu bir kitapta şehrin yanışını anlatan sahneden pek heyecanlanmış, kendisi de Roma’yı ateşe verip, bu heyecanı daha yakından tatmak hevesine kapılmıştı.

Bu isteğini gerçekleştirmekten geri kalmaz; hatta, bir hikayeye göre, alevleri seyrederken, çalgı çalarak eğlenir.

Bu sırada, Ermiş Paulos, yanan şehirden kaçarken, yolda Hz. İsa’nın hayalini görür.

‘Quo Vadis, Domino?’ (Nereye gidiyorsun, Efendimiz?) diye sorar. Hz. İsa da ‘Senin kaçtığın şehre, yeniden çarmıha gerilmeye!..’ diye karşılık verir.”

Paulos’un şehri ve insanları kurtarmak yerine kaçmasına bir serzeniştir bu cevap.

“Quo Vadis” sorusu zamanla, herkesin kendisini sorgulamak için ya da sorgulamak istediği kişi ve kurumlar için kullandığı bir deyime dönüşür.

Kitabı, Mehmet Akif Ersoy’un bir gece misafir olduğu yerde Fransızca aslından okuduğunu ve elinden bırakamayıp sabaha karşı bitirdiğini de önemli bir anekdot olarak ekleyelim.

İstisnalar elbette olacaktır fakat hediye olarak kitap alıp vermek, günümüzde artık çok tercih edilmiyor. Bunun gibi değişen birçok alışkanlığımız var.

Nedenleri şöyle sıralayabiliriz:

- Teknolojik gelişmelerin ve internetin etkisi,

- Her şeye maddi değeri ile bakmak,

- Trendlerin ve modanın güdümünde yaşamak,

- Manevi değer diye bir değer ölçüsünün tarihe karışması.

Gandi bu konuda, “Alışkanlıklarınıza dikkat edin değerlerinize dönüşür, değerlerinize dikkat edin karakterinize dönüşür” diyerek uyarıyor bizi.

Durumu daha da vahim hale getiren ise, yeni normallerimizin-alışkanlıklarımızın önceden asla tasvip etmediğimiz, ahlaka uygun bulmadığımız, insani değerlere aykırı gördüğümüz hususları da kapsıyor olması ve bizim bunları da artık normal görerek kanıksıyor olmamız.

Sosyal Medyanın, Bilgisayar oyunlarının, Televizyon programlarının ve çeşitli platformlardaki dizilerin normalleştirmekte çok başarılı olduğu yanlışlar ve bilinçaltımıza işledikleri bazı çok sakıncalı mesajlar şöyle:

- Aldatmayan insan yok, dolayısı ile sen de aldatabilirsin!..

- Aşk her şeyi affeder, her şeyi mubah kılar!..

- Herkes kaybetse de önemli olan senin kazanmandır!..

- Kaybedenler, yaşama hakkını da kaybeder!..

- Çalışanların tek motivasyonu para, işletmelerin tek motivasyonu kârlılıktır!..

- Haram-Helal ayrımını kim gözetiyor ki sen gözetesin!..

- Ailenin reisi artık çocuklardır. Onların her isteği, anne baba için emirdir!..

- Eli silahsız olan, alkol ve uyuşturucu madde kullanmayan, adam değildir!..

- Aklını kullanmayı bırak kaba kuvvetle hallet!..

- 7’den 17’ye her yaştan kız ve erkek çocuk için küfürlü konuşmak normaldir!..

- Vatan, millet, ulus kavramları sınırların kalktığı dijital çağa uygun olmayan kavramlardır!..

- Çocuklar dinini ve cinsiyetini 18 yaşından sonra kendisi seçmelidir. Hatta seçmeyebilirlerde!..

Durum böyle olunca şair Mevlana İdris’in “Ellerimizin Büyük Boşluğu” şiirinde dediği gibi, “çocuğun çocuk, ekmeğin ekmek, erkeğin erkek, kadının kadın, sevmenin sevmek olduğu zamanları” arar hale geliyoruz.

Bir büyük şairimiz İsmet Özel de “Taşları Yemek Yasak” başlıklı o muhteşem yazısının giriş bölümünde şu ibretlik öyküyü anlatıyor:

“Ormanın derinliklerinde yürümekte olan bir avcı, ağaçlardan biri üzerinde bir levha görmüş. Levhanın üzerinde şu sözler yazılıymış: “Taşları Yemek Yasaktır!”

Bu alışılmadık uyarı karşısında avcı meraka kapılmış. Levhanın asılı olduğu ağacın önündeki ayak izlerini takip etmeye başlamış ve izlediği yol onu bir mağaraya götürmüş. Mağaranın ağzında bir derviş oturmaktaymış ve avcı, yeterince yaklaştığında konuşmaya başlamış:

-Zihnine takılan soruyu biliyorum. Şimdiye kadar taşları yemeyi yasaklayan bir uyarı levhası hiç görmedin, çünkü insanların taş yemeye zaten ihtiyaçları yok. İnsanları zaten yapmaya eğilimleri olmayan bir konuda uyarmak niye? İnsanlar arasında taş yeme adeti yoktur, onlara yapmayacakları şeyi yapma demenin ne anlamı var?

Ancak şuna dikkat et: İnsanlar arasında adet haline gelmiş öyle davranışlar, öyle alışkanlıklar vardır ki, bunlar insan için tıpkı taş yemek gibidir. Eğer zararı bakımından düşünürsen taş yemekten daha çok zarar veren işlerdir bunlar. Bunlar taş yemek kadar budalaca, insanın öz niteliklerine yabancı tutum ve davranışlardır.

Eğer insanlar acınacak haldeyse, insanlar arasında zulüm, haksızlık, merhametsizlik, yozlaşma ve ihanet hüküm sürüyorsa bunun sebebi; insanların sanki taş yermişçesine yedikleri bunca nesneden, taş yemeye benzeyen tavırlardan doğmaktadır.”

İmparator Neron’un, Roma’yı sırf kendi heva ve hevesleri için yakması gibi, kendilerini her şeyin sahibi olarak gören bugünün Neron’ları, insanın fıtratını değiştirme iddiası ile dünyayı ateşe vermekten çekinmiyorlar.

Zulümler arttıkça, yangın büyüdükçe adeta Neron gibi alevleri seyrederek eğleniyorlar.

Kanaatimizce, çocuklarımızı, gençlerimizi, insanlığımızı korumak adına, ailemizde, okullarımızda, bütün kurumlarımızda, kaybettiğimiz değerleri yeniden kazanma seferberliği başlatılsa yeridir.

Bu konu için özel bir bakanlık bile kurulabilir. Fakat hepimiz, aynanın karşısına geçmeli ve şu soruyu önce kendimize sormalıyız:

“Quo Vadis”: Nereye Bu Gidiş, Nereye Böyle!