Sinem Torun Kara: 1994’te Adapazarı’nda doğdu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi’nde Türk dili ve edebiyatı alanında tamamladı. 2011 yılında Varlık Yayınları’nın düzenlediği Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri kapsamında öykü dalında Kuş Üzümü adlı dosyasıyla dikkate değer ödülü aldı. Öyküleri Varlık, Hece-Öykü, Dergâh gibi dergilerde yayımlandı. Kamburlar, Kaçaklar ve Kurbağalar adlı öykü kitabının sahibi. Editör. Hâlen İstanbul’da yaşıyor.
Öykü serüveniniz?
Öykü serüvenim çok erken bir yaşta (14 yaş) 2008 yılında Sakarya Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi’nde yeteneğimin keşfedilmesiyle başladı. Öncesinde hikâyeye dair yaptığım bir şey yoktu, fakat sıkı günlük tutuyordum. Edebiyat öğretmenimiz Ercan Yılmaz bir derste deniz kelimesini kullanmadan denizi anlatmanızı istiyorum. İstediğiniz formda ve türde yazabilirsiniz, 15 dakikanız var demişti. Sadece bitirebildiğini düşünenler okuyacak dedi. Ben bitiremedim. Sonra arkadaşlar sırayla kalkıp okumaya başladılar, hoca okunanların hiçbirini beğenmedi, “güzel ama…” diyordu sürekli. Benim karaladıklarımın diğerlerinden farklı olduğunu görünce bitiremesem de ısrarla el kaldırmaya başladım. Hoca bitiremediğim için okumama izin vermedi. Israr ettim. Sonunda tam sınıftan çıkmadan önce okumama müsaade etti, 4-5 cümle bir şeydi zaten. Cuma günü, herkes eve gitmek istiyor. Herkes hazırlanmış bekliyor, Hoca eli kapının kolunda dinliyor. Okudum. Hoca bir şey demeden sınıftan çıktı. Benim “ya rezil oldum ya vezir” dediğim andı çünkü o güne kadar edebi metin nasıldır, nasıl olmalıdır üzerine de pek bir fikrim yoktu. Bekledik, hoca geri geldi. “Aradığım buydu” dedi. Bahçede yanıma gelip “şimdi de yaprakla ilgili yaz pazartesi getir” dedi. O gün yazma serüveni başladı. Mümkün olan her pazartesi hocaya bir şeyler yazıp götürdüm, konuştuk, çalıştık. Dosya oluşturduk yarışmalara gönderdik, hiçbirinden boş dönmedik diyebilirim. Yaşar Nabi Nayır ödüllerine gönderdik, dikkate değer ödülüyle döndük. 17 yaşında biri için iyi bir başarıydı. Prestijli bir yayınevine gönderdik, ilgilendiler, yine yaşım dolayısıyla dosyayı beklettik. Sonra en son Dergâh Dergisi’ne gönderdiğim üç öykünün Mustafa Kutlu tarafından beğenilmesi ve sonrasında Ali Ayçil’in talebiyle Dergâh Yayınlarından kitabım çıktı. Sonrasında yazdığım öyküleri de dergilerde yayımlamaya devam ettim.
Öyküye bakışınız?
Öykü kompakt bir an benim için. Sıkışmış, yoğunlaşmış bir anın öykünün sınırlarının izin verdiği uzunlukta anlatılması. O kısacık anda okuyanın da yazanın da nefesinin kesilmesi, tek nefeste okuyup bitirmesi ve bittikten sonra uzunca bir süre kendine gelememesi. Hikâye bende bu etkiyi yaratıyor yazarken ve başka bazı yazarları okurken. Bir öykü kitabını baştan sona öyküler arasında hiç ara vermeden roman okur gibi okuyamam. Bir diğerine geçmeden önce, hikâyeyi sindirmem, yaşatmam, nefeslenmem gerekir. Öykü böyle bir yerde duruyor benim için.
Öykü yazmanızın nedeni -bir diğer ifadeyle- Adalı bir öykücü olarak öyküleriniz bize ne söylüyor?
Öykü çatışmadan doğan bir şey. Özellikle benim öykülerim için düşündüğümde karakterlerin, meselelerin iç çatışması, aynı anda hem biri hem diğeri olabilmek. Belki öteki’nin ortadan kaldırılması, her şeyin mümkün bir zemine çekilmesi, iki zıt durumun, karakterin aynı bedende birleşmesi… Dolayısıyla bu zıtlıkları uzlaştırmak değil çatıştırmak benim işim. Somutlaştırmam gerekirse bir karakter katil ama sütün kaymağını almaktan hoşlanmak gibi naif özellikleri var. Elma yiyor. Büyükannesi var. Ya da birini öldürmek üzereyken elini bardağın içine sokuyor ve sıkışıyor, elini kurtaramıyor. Gücün ve acizliğin tek bedende birleştiği o anın resmi. Meselemiz insansa bu durum kaçınılmaz oluyor. İnsan denen varlık çalkantılı bir şey çünkü. Ben Şili’de Av tiyatrosunda olduğu gibi bir rahiple bir komünistin aynı kalbi taşıdığını ve aynı şeyi düşünebileceğini hissettirmek istiyorum. Bu kelimenin altını çizmem lazım tabii, anlatmak ya da öğretmek değil, hissettirmek istiyorum.
Aslında burada mesele biraz Sait Faik’in “Ben bayrakları değil, insanları severim” sözüne çıkıyor. Tüm eylemlerin, işleyişin, inançların, ideolojilerin, kırmızıçizgilerin arkasında çıplak bir beden, aynı çark sistemiyle çalışan bir makina olduğu gerçeği. Benim öyküm sanırım eylemlerin, işleyişlerin, inançların ve ideolojilerin arkasındaki o çıplak bedenin “ben burdayım ve sizdenim, sizden olan şeyim” demesine izin veren bir yerde duruyor. Öykü düzlemi benim için çatışmaları döktüğüm bir alan.
Bir başka neden ise şu; insanın bu dünyadaki en büyük ihtiyacı bağ kurmak, görülmek, duyulmak, anlaşılmak. Meseleye buradan bakarsak öykünün benim için kendimizi ifade etme aracı olduğunu inkâr edemem. Kendim gibi olduğunu düşündüğüm bir muhatap hayal ediyor ve ona sesleniyorum. Oyunuma ortak olacak, benimle gerçeklik düzleminden uzaklaşacak, oyuna kaçarak nefes alabilen okurla bağ kurmaya çalıştığım bir düzlem.
Sakarya’nın tarih boyunca yetiştirdiği 30 ulusal şair ve yazarın, Sait Faik’ten en gençleri Sinem Torun’a, 16’sı öykü yazarı. Sizce Adapazarı’ndan bu kadar çok öykü yazarı yetişmesinin nedeni ne olabilir?
Bunun gerçek sebebini elbette bilemeyiz, araştırılmalı. Fakat Adapazarı’nın bana sundukları ve başkalarına da sunabilecekleri açısından düşündüğümde şunları söyleyebilirim: Adapazarı çok ortada bir şehir. Ne meselelere atıl kalacağınız kadar taşra ne de meselelerin içinde boğulacağınız kadar merkez. Ne göremeyeceğiniz kadar kör ediyor sizi ne de görecek hiçbir şey yok diyebiliriz. Durup ince şeylere bakmak için vakit ve fırsat var ve aynı zamanda da eğitimi ve kültür seviyesi bunları nasıl göreceğinizi öğreten bir yerde duruyor. Yani şunu kastediyorum, İstanbul’da belki bu eğitimi alacaksınız fakat şehir, aldığınız eğitimi pratik yapacak ruh durumunu size sağlamıyor. Diğer uçta belki taşrada bu ruh durumunu sağlayacak şartlar var fakat bunu nasıl kullanacağınızı gösteren kültür ve eğitim eksik. Sakarya bu ikisinin imkânını sağlayan bir şehir.
Bir diğer yandan Sakarya göç noktasında duruyor. Pek çok dilin, milletin, kültürün bir arada yaşadığı bir yer. Hem herkesin ait hissetmeye çalıştığı hem de köklerini uzatıp buraya getirmeye çalıştığı bir yer. Dolayısıyla farklı farklı hikâyelere mahal verecek bir durum var mekânda. E mekânın insan ruhuna doğrudan etkisi var, dolayısıyla bunlardan etkilenen ruhlardan öykü çıkması olası görünüyor bana.
---------------------
Vildan Külahlı Tanış: 1980’de Ankara’da doğdu. Gazi Üniversitesi Fen Bilgisi Öğretmenliği Bölümünden mezun oldu. Sakarya’da bir devlet okulunda öğretmen olarak halen görev yapmakta. Öyküleri ulusal ve uluslararası yarışmalarda birincilikler ve çeşitli dereceler aldı. Öykü Gazetesi, Notos, Sözcükler, Hece Öykü, Varlık gibi çeşitli edebiyat dergilerinde eserleri okuyucuyla buluştu. Uzun yıllar İshak Edebiyat adlı edebiyat platformunun editörlüğünü üstlendi.
Öykü serüveniniz?
Okumak hayatımın içinde hep vardı. Acemi bir okurdum diyebilirim. Yolunu bulmaya çalışan. Köşe yazıları, şiir, deneme, kurmaca eline ne geçerse kenarından tutmaya çalışan bir okur. Buna paralel aslında yazı da hep benimle beraberdi. Sınırları çok da belli olmayan anı, iç döküş, günce… adına ne dersek artık. Fakat belki de yaş almanın getirdiği bir bilinçle yazdıklarımın artık bir kurmacaya, dört başı mamur bir dünyaya evirilmesini istedim. Okumaktan çok keyif aldığım bir tür olan öykü türüne yönelmem de böyle başladı. Yaklaşık beş altı senedir daha düzenli yazılar yazmaktaydım. Dergiler, yarışmalar derken sanırım artık bir dosya oluşturmalıyım dedim. Onların bir kısmı sırt sırta verdi ve Çizgide Bir Kukla raflardaki yerini aldı. Şimdilerde onun heyecanını yaşıyorum diyebilirim.
Öyküye bakışınız?
Öykünün edebi türler içinde anlatma sanatı olarak kelime iktisadı bakımından şiirden sonra en büyük terbiye olduğunu düşünüyorum. Akıp giden zamanın içinden çekip koparılan, dondurularak muhafaza edilen, çözünmesi için sıkı bir okura ihtiyaç duyulan özel bir tür olduğunu düşünüyorum öykünün. O çözünmenin yavaş yavaş zihne yerleşmesi, başka akıntılarla birleşip yeni bir su yolu oluşturması, yazarın öncesi ve sonrasını da bildiği o anlara, okuru dâhil edip belki aynı belki bambaşka ama ne olursa okurda yeni bir hikâye oluşturması hep büyülü gelmiştir bana. Bir fotoğraf karesinin çok büyük bir kompozisyon yaratması gibi. Yazmaya başlamadan evvel okur tarafında da sevdiğim bir tür olduğunu da söylemeden geçemem. Bütün bunlar bir araya geldiğinde kendimi öykü yazarken buldum belki de. Ve saydığım tüm bu sebepleri sonradan yapboz parçasına oturttum. Kim bilir?
Öykü Yazmanızın nedeni?
Üretmek diyebilirim. Yazmayı beceremeseydim de üretmeye devam ederdim bunu biliyorum. Bu sıra sıra dizilmiş reçeller mi olurdu, domates konserveleri mi, boyadığım ahşap kutular, ördüğüm atkılar bereler mi, yaptığım çömlekler mi olurdu bilmiyorum ama ortaya bir ürün koymak, dönüp ona bakmak, hatta dönüp dönüp bakmak bu benim vazgeçebileceğim bir şey değil sanırım. Yazma yolculuğuma gelince bu dünyadan bir yaprak gibi geçip giden biri olmak istemeyip geride bir şey bırakma çabası belki de.
Daha özelde bu kitabın derdi ne diye sorarsınız insan olmanın eksiğiyle, fazlasıyla, kusuruyla, günahıyla ortaya konabilmesi derim. İnsan ne olursa yapmam dediğini yapar, ne yaşarsa çizgisinden dışarı taşar, yaşama tutunmanın kaç çeşit yolu vardır, bu yollardan hangisi gerçek hangisi oyundur, yas nasıl tutulur, yalnızlıkla nasıl baş edilir, eşyalar hayatımızdan sadece bir nesne olarak mı geçip giderler, ne zaman onların ardına bir deve kuşu misali saklanırız… Bütün bu sorular öykülerin yazılış esnasında kuyrukları birbirine dolana dolana gezip durdular kafamda. Ve sonuçta Çizgide Bir Kukla’daki öyküler ortaya çıktı diyebiliriz. Buradan bakacak olursak sanırım benim ilham kaynağım sorular. Ne kadar fazla soru o kadar fazla hikâye ve karakter demek benim için.
Sakarya’nın tarih boyunca yetiştirdiği 30 ulusal şair ve yazarın, Sait Faik’ten en gençleri Sinem Torun’a, 16’sı öykü yazarı. Sizce Adapazarı’ndan bu kadar çok öykü yazarı yetişmesinin nedeni ne olabilir?
Sakarya büyük isimlere ev sahipliği etmiş bir kent. Sait Faik gibi bir büyük bir ustanın doğduğu şehir. Yine Ayfer Tunç, Necati Mert, Faik Baysal gibi sayamayacağımız birçok ismi aynı paydada toplayan bir yer. Bunun dışında hiçbir karşılık beklemeden edebiyata gönül vermiş isimlerin bir araya toplandığı mahfillerinin olması büyük şans. Fahri Tuna, Ercan Yılmaz şehrin edebi kalbinin atmasında payı büyük isimler. Yine belediyelerimizin kültür sanat başkanlığının böyle etkinliklerle yola koyulmamış ya da henüz yolun başında olan kişilere böyle etkinlik imkânı sunması… Hepsi çok kıymetli.