Çaycity. Yok Çayland.
Çay denilince ilk akla gelen şehir. Hatta ülke. Çayya. Çayanya.
Rivayet odur ki çayın ilk memleketi Çin’miş. Eyvallah. Amenna. İtirazımız yok. Çing Çang Çung. Olabilir. Çinceyi çağrıştırıyor zihnimizde çay. Aldık kabul ettik.
Yine rivayet odur ki çayı Türkiye’ye ilk kez 1922 yılında Rizeli Hulusi Karadeniz adlı amcamız Batum’dan getirip ekmiş. Ekiş o ekiş. Patlamış gitmiş.
Bugün Türkiye’de - hiç abartısız söyleyebiliriz ki - çayın sırtından yüz binlerce insan geçiniyor. Ekicisi biçicisi kesicisi, fabrika çalışanı paketçisi kalitecisi. Kamyoncusu kahvehanecisi garsonu.
Çay ne zaman girdi bizim soframıza diye düşünüyorum? (Rize’den Batı Anadolu’ya, Marmara’ya, Adapazarı’na geliş serüvenini yakalamaya çalışıyorum.) Cevabım: 1970’lerde. Çocukluğumda sabahları çorba içilirdi evimizde zira. Mis gibi tarhana çorbası meselâ. Babaannem un çalma çorbasını da sütlü çorbayı da çok güzel yapardı rahmetli. Sonraları sabahları çay diye kırmızı bir içecek peydahlandı soframıza. Yanında da saz arkadaşları: Zeytin, peynir… Birkaç sene içinde de Sana yağı. (Nebati margarinde ilk marka Sana olduğu için yüce halkımız öyle söyler. Kaynanam eşime ‘Gülseren, hadi marketten bana Omo alıver. Ama Tursil olsun’ der hâlâ. İlk piyasaya giren marka, türünün adı gibi yerleşiver safderun halkımın zaafderun zihnine.) Yatılı okulda bazı sabahları çayın yanına zeytin peynir dışında tabakta Sana yağlı reçel eklendi. (Gül reçeline nebati margarini karıştırıp yemenin tadına hâlâ doyamıyorum, itiraf edeyim) Ha bir de sabahları sobanın üzerinde ekmek kızartıp üstünü bir güzel yağlayacaksın, hafif tuz ekeceksin, pul biber de olabilir az biraz. Bir yudum çay çekeceksin, bir ekmek ısıracaksın. Üf. Yeme de yanına yat.
Böyle böyle girdi Marmara’ya Ege’ye Trakya’ya çay. Sofralarımızı akşamlarımızı misafirliklerimizi tümden istilası ise 1980’lerin sonlarındaydı artık. Helal hoş olsun.
‘Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı olur’ atasözü dilimize pelesenk olmuştur asırlarca. (Meraklısına not: Türk kahvesi deyimine bakmayın, ‘Kahve yemenden gelir’ aslında. İngilizlerin ‘beş çayı’ kavramına da aldanmayın, çay da İngiltere’ye Uzak Doğu’dan gider. Âh kapitalizm âh. Gözün çıksın emi.)
Ülkemizde içimi bir asra yaklaşan çayla ilgili bir atasözü üretebildik mi? Benim bildiğim yok. Sadece fena çay tiryakisi eşimden zaman zaman işittiğim ‘çaysadım’ fiili var, o kadar. Ama ben uydurdum, yalanım yok: ‘Bir fincan kahvenin hatrı kırk, bir bardak çayın hatrı yirmi senedir.’ Bir gün yaygınlaşırsa bu söz, patenti benimdir, haberim yok demeyin...
Akşam sabah, gece gündüz, ev ahalisi misafir, küçük büyük, kadın erkek artık müptelası olduğumuz (bunun ne demek olduğunu yurt dışına çıktığınızda çok iyi anlamışsınızdır) demleme çayın vatanına yani Rize’ye gitmek elli yaşımdan sonra ancak gitmek nasip oldu bana. Merak da etmiyor değildim hani. Biz Batı çocukları için Trabzon ile Rize - neredeyse – aynı şeydi; benzer kültürler, benzer şehirler, benzer coğrafyalar.
Gittim gördüm. Ha Trabzon ha Rize. Yamaç, gara deniz, hamsi, kıyıya paralel ince uzun şehirler. Nefis manzaralar. Mavi ile yeşilin muhteşem izdivacı. (Ha bunu siz ‘evliliği’ anlayın da.)
Üniversitede okurken sınıf arkadaşımız Trabzonlu ‘Komünist Zeki’ ile Rizeli ‘King Ali’ bize ‘aynı şehrin çocukları’ gibi gelirdi hep. (Not: Trabzonlular inanılmaz vatansever ve Türk milliyetçisidir. Bu bizim sınıf arkadaşımız Zeki, Trabzon’dan ender çıkan sosyalistlerden birisidir. Fikrilerini sevmesek de kendisini çok severiz. Kaliteli adamdır. İkinci lakabı da ‘Baba Zeki’dir.) ama sonraları öğrenecektik, meğer çok farklı şehirlerdenmiş iki arkadaşımız.
Rize kalesine çıkmak istedik gittiğimizde. Öyle ya, bir şehir en iyi nereden görünür? En güzel İstanbul nerededir? İstanbul’u en güzel nereden teneffüs hatta tenezzüh edersiniz? ‘Çamlıca’dan’ dediğinizi duyar gibiyim. Elhakk öyledir. Altmışlı yaşlarındaki Rzeli ağbiye yolu sordum: ‘Ha bu kaleye nereden gideceğuz da?’ Cevap yerine uzun uzun yüzüme baktı amca: ‘Sen Dırabizonli misun uşağum?’ ‘Yok teğilum’ dedim. ‘Onlar cibi çonuşayisun da!’ sonra gösterdi çıktık. Boztepe, Çamlıca gibi bir yer. Ve nefis bir Rize manzarası… kartpostal gibi şehir. Gibisi fazla hatta.
İlk kez orada fark ettim: - Biz uzaktan hiç fark etmemişiz meğer-: Aslında Rize Türkçesi ile Trabzon Türkçesi çok farklıymış. Meselâ bizim - meşhur- ‘geliyorum’umuz, Erzurum’dan yola çıkarken ‘çelirem’ iken Kaçkar Dağlarında dolaşa dolaşa, güzelim yaylalarını gece geze Rize’ye indiğinde ‘celayrum’ olmuş, Of’u Sürmene’yi Yomra’yı aşıp Trabzon’da mola verince ‘geliyrum’ Ordu’da fındık yerken ‘Geliyom.’ (Unutmadan: Ordu’dan Üsküdar’a kadar… bütün bir Orta ve Batı Karadeniz, Doğu Marmara ‘geliyom’ der.)
Trabzon Beşikdüzülü bizim Şair Âşık Çepni’den (Uçak mühendisi Yusuf Mısırlıoğlu’ndan) çok dinledim: ‘Anam ‘sağa Rizeli gelin alacağum Yusuf’ der durur idi gençken. ‘Allah gorusun ana’ deridim ben de. Ula düşe düşe Rizeli hatuna düşmedik mi sağa.’ Yusuf Ağbimiz, yarım asırdır merhum bestekâr Rizeli Ziya Taşkent’in yeğeni Zerrin Ablamızla evlidir. Allah nazardan saklasın, çok da güzel bir evlilikleri, üç de pırlanta evlatları vardır.
Sonraları fark ettik ki, bütün komşu iller arasında derin bir çekişme vardır. Sakarya-Kocaeli, Düzce-Bolu, Sivas-Kayseri, Denizli-Antalya, Trabzon-Rize. Maalesef futbol takımlarının yönetici ve taraftarlarının körüklediği ne lüzumsuz abes saçma sapan bir düşmanlıktır bu. Rize-Trabzon çekişmesi de - biraz da Trabzonspor’un Süper Lig şampiyonlukları sonrası - almış yürümüş. Halbuki biri yeşil-mavi, diğeri bordo mavi. Üç günlük dünyada nedir bu düşmanlık yahu?
İş o raddeye gelmiş ki, akıllara durgunluk… Rivayet şu: Trabzon’la Rize’yi ayıran bir dere varmış. Rize minibüsleri vatandaşı o derenin doğusuna kadar getirip bırakıyormuş, yolcu Kapıkule’den Bulgaristan’a geçercesine çantasını bavulunu çoluk çocuğunu eline alıp dereyi geçiyor, batı yakasındaki Trabzon minibüslerine binip de öyle gidiyormuş. İnanılacak gibi değil. Hangi akıl, hangi çağ, hangi dünyadayız.
Son gelen havadislere göre Rize son çeyrek asırda Trabzon’a fark atmış birçok alanda. Rizeli Trabzonluya hava atıyormuş şimdi: ‘Ula uşağum, biz iki başbakan bir cumhurbaşkanı (Mesut Yılmaz ve Tayyip Erdoğan) çıkardık. Siz ne ettunuz pakayum, de bağa? Üç beş pakan ancak çıkartabildinuz da?’ Doğrusu biz, komşular arası bu tartışmada taraf olmak istemeyiz. Biz Rizeliyi de Trabzonluyu da severiz.
Son bir söz: Çay demek Rize demek, doğrudur. Çaykur markası Rize kadar meşhur ülkemizde, doğrudur. Bugün çay üç öğün evimizden bardağımızdan muhabbetimizden eksilmeyen bir unsur, doğrudur.
Yıllar önce Mesut Yılmaz başbakan iken – mizaha düşkünlüğümden olmalı- Rize’ye mitingine gittiğinde bir fotoğraf dikkatimi çekmişti: ‘Mesut Yılmaz Kaliteli Değildur Rizelidur’ diye. Bir türlü anlayamamıştım. Rize’ye gidince sordum araştırdım çözdüm: Meğer çayın kalitelisini üretmek üzere bir enstitü varmış Rize’de. Zamanın Çaykur Genel Müdürü Ekrem Yüce Ağbimizin tavassutuyla bize de gezdirdiler o enstitüyü. Şehrin arka taraflarında havadar çok güzel bir semt. Enstitü de çok köklü ve bilimsel bir kurum. Meğer o semtin adı ‘Kalite’ imiş halk arasında. Mitingde söylemek istediği şuymuş vatandaşın: ‘Mesut Yılmaz, Kalite semtinden değil, Rize’nin merkezindendir.’ Biz ne bilemim, değil mi ama.
Bizim söyleyeceğimiz şu kadardır ancak:
Rize de Rizeli de Rize Çayı da kalitelidir, vesselâm. Gerisi teferruat.