Adı Rafiye’ydi. Ama köyün Rafi’ngesiydi o. Yani Rafiye Yenge’si. Köyde herkes ona Rafi’nge diye hitap ederdi. Rafi’nge aşağı Rafi’nge yukarı. Kendinden büyüklere göre Rafye Gelin, küçüklere göre Rofy’abla’ydı.
Kapısı sık sık çalınan insandı o: “Rafi’nge sende böber badılcan tuhumu va mı?”, “Va, va”, “Rafi’nge sende gavın garpız tuhumu va mı?”, “Va, va”, “Rafi’nge sende ıspanak pırasa tuhumu va mı?”, “Va va”; her baharda köyün tohum istasyonuydu onun evi sanki; herkes ondan ister, o da kimseyi boş çevirmezdi. Her baharda onlarca kez tekrarlanan ritüeldi bu sahne. Bir sene iki sene üç sene değil. Tam altmış sene.
İki üç akşamda bir kapısı çalınır, bir başka komşu: “Rafi’nge yurt (yoğurt) mayası verimisiğn iki kaşık?” “Vemez olimim, verim tabii, gir içeri hadi…” Bazen, elinin sıkılığı ile meşhur eşi (Hatib’in Arif) - şaka karışık- gelenlere söylenirdi: “Siz garı diil misiğiz, Rafi’ngeğizde bitmiyo da sizde neden bitiyo bu maya?”
Çalışmak için yaratılmış insandı Rafi’nge. Allah onu bu dünyaya çalışsın diye göndermişti. Çalışsın, üretsin ve dağıtsın. ‘Davıdıcaz guzum. Peygambellerimiz hep davıtmışla. Davıdıcaz kı öbür dünyada vediklerimiz elimize gesin, peygambellerimizinen gonşu olalım” derdi bazen çocuklarına.
Çalışkan, çok çalışkandı. Abartısız, hilafsız bir değil, iki değil, üç de değil, dört kişilik çalışırdı. Yeryüzünde yaşayan her yüz kişiden en çalışkan biri seçilecekse, kendi grubundaki ilk aday o olurdu. Eskiden, ta eskiden, 1960’larda, 70lerde, harman makinaları, biçer bağlarlar icat edilmeden, yirmi beş gün süreyle orak elle biçilir, destelerden demet bağlanır, beşelleme yapılır, demet çekilir, harmanın kaşına yuğun yuğulur, bir ay süresince, her gün harmana yetmiş seksen demet saçılır, iki çift öküzle, sıcağın alnında dön Allah dön, dövenle harman dövülür, ikindi sonrası da hafif rüzgâr çıkınca tınaz atılır, buğday da çuvallanırdı. Demetler ise gemle bağlanırdı o zamanlar. Her sabah evin erkeği ile gelini, sabah namazı sonrası- daha güneş doğmadan-, yumuşamış buğday saplarından çocuk bileği kalınlığında gem yaparlardı. Her sabah ben diyeyim elli siz deyin altmış gem. Yirmi - yirmi beş gün orak biçmelerinde, her sabah tekrarlanan bir vakaydı bu.
Akşam sofrasında kayınpederi Hatibâ sordu: ‘Bu sabah gaçar gem yaptınız bakim Arif, Rafye?’ Tarhana çorbasına kaşık sallayan evin otuz yaşlarındaki erkeği ‘45’ diye cevapladı. Rafi’nge söz aldı: ‘162.” Olay buydu, bu kadardı, buncaydı. Gerisini siz anlayın artık…
Bir başka gün sabah çorbasını içerlerken, - ki 2000’lere kadar sabahları kahvaltı değil, çorba ile başlayan makarna, pilav, kuskus vesaire gibi tarlada insanı tok tutan güçlü yemekler yenirdi - kayınvalidesi Sadiye Gelin sordu: “Bugün nerede ot gazacağnız bakiim?” Mevsim ilkbahardı, yazın ucu görünmüştü, Haziran yüzünü göstermiş. Mısır çiçek otu kazmalarıydı. “Bugün Harman Arkası’nda misir otu gazacaz ana’ dedi Rafi’nge. Kayınvalidesi de düşündü, altı dönümdü Harman Arkası, bir hesap yaptı, iki kişi, yani oğlu gelini, günde ikişer dönüm kazsalar… ‘Allah’tan bi şaşgınnık omazsa üç günde bitirisiğiz inşallah” der demez oğlu “Ben Adi’ye (Adapazarı’na) gidecam bugün” demesin mi. Rafi’nge yarı şaşkın yarı öfkeli, ‘Ne vamış Ada’da bugün?’ diye sordu eşine; gamsız rahat ve çalışmayı sevmemesiyle ünlü Hatib’in Arif, dünya yansa bir kalbur samanı yanmaz edayla cevap verdi: “Gasım Çavış’ın Emne ameliyat omuş. Gocası Ismayıl gardaşlimdir, bilisiğiz ya. Una bakmağa gidecam.” İçinde fırtınalar koptu Rafi’ye Gelin’in. Belli etmedi ama. Belli etmezdi zaten oldum olası. Lüzumsuz bir ziyaretti bu şimdi. İki gün sora da gidebilirdi hasta ziyaretine, kocası. Sofrayı kaldırdı. Doğru tarlaya. Nefes almadan çalıştı. O öfke ve kızgınlıkla, akşama kadar, iki kişinin üç günde yapabileceği çapayı bir günde bitirdi. Sırtı kurumamıştı terden o gün. Akşam eve geldiğinde mintanı Tuz Gölü haritası gibi olmuştu. Olsundu. Böyle biriydi Rafi’nge. Böyle çalışırdı. Böyle çalıştı işte elli sene. Dile kolay, tam yarım asır.
‘Okuma yazması olmayan mühendis benim annem’ derdi mühendis oğlu, Rafi’nge için. Zeki, çok zeki kadındı. Çocukluğunda okul yoktu, ne köylerinde ne çevre köylerde. Okuyamamıştı. Okuma yazması yoktu dolayısıyla. Okutulsa profesör olması işten bile değildi. Zaten eşinin, çevresindekilerin kâğıt kalemle yaptığı toplama çıkartma çarpma işlemlerini kafadan -onlardan önce- yapar, söylerdi Rafi’nge. ‘Oğlum bana, gızım bubasına çekti’ derdi zaman zaman da. Nitekim - fiziken de babaannesine çok benzeyen - oğlundan torunu, Boğaziçi Üniversitesi’ni bitirmişti. Unutmadan: Oğluyla kafa yapıları çok uyuşurdu. Hemen her konuda çözüm ve tespitleri, analiz ve kararları – birbirinden habersizken dahi- aynı olurdu. Zaten son on beş yıl çok yakın olmuşlardı birbirine.
Hak hukuk onun için çok çok önemliydi. Haram olur endişesiyle komşularının dahi, hiçbir şeyini habersiz alıp yemezdi. İkram edilirse de saygısızlık olmasın diye ucundan alırdı üç beş lokma. Çocuklarına da hep tembih ederdi: “Ben sizi abdestsiz bir kere bile emzirmedim. Kimsenin zerresine dokunmayacaksınız, zerre haram yemeyeceksiniz, kimseye zerre zarar vermeyeceksiniz.” Öyleydi gerçekten. Bir ömür sabah namazının üstüne güneş doğurtmamıştı. Bir vakit namazını kazaya bırakmamıştı. Bir gün bile oruç borcu yoktu Yaradan’ına.
Öte yandan acılı kadındı da Rafi’nge. Daha bebekken ‘anne, baba’ demeye başlayan güzeller güzeli kızı Rahime’sini yedi aylıkken kaybetmiş, acısını günlerce taşımış, üzüntüden verem olmanın eşiğinden dönmüştü. Küçük oğlu Ahmet’ini daha on beş yaşındayken kan kanserinden toprağa vermiş, yüreğindeki evlat acısını bir ömür soğutamamıştı. Büyük oğlu ‘köyünden onun istediği biriyle’ evlenmek yerine, şehirden sevdiği kızla evlenmeyi tercih edince, uzun yıllar konuşmamış, adeta çeyrek asır oğulsuz yaşamıştı. Elinde ve evindeki tek kızı da bir gün köyde, imeceyle komşuya sekiz on genç iş yaparken, bir panik anında çalışan makinenin içinde düşmüş, bir bacağının dizinden aşağısını, makinanın dişlileri arasında feda etmiş, ömür boyu proteze mahkûm olmuştu. Evet evet, acıların geliniydi biraz da Rafi’nge. Acılar yumağına dönüşmüştü dertli yüreği çoğu kez. Yine de sabreder şükreder hamt ederdi Yaradan’a. Teselliyi iyilikte merhamette vermekte bulurdu o.
gün ‘kızına geleneksel kına’ yapmak isteyen birisi şehirden gelip onu bulmuş, kına gecesi misafirlerine ikram için dartılı keşkek yapmak istemiş, Rafi’nge’den otuz adet köy tavuğu satın almıştı. Tam parayı verdiği sırada ‘benim bu köyden bir arkadaşım var, adı şu’ deyince, Rafi’nge ‘o benim oğlum. Ben oğlumun arkadaşından para mara alamam. Hediyem olsun size. Allah gızınızı mesut bahtiyar etsin’ demiş, bütün ısrarlara karşın parayı almamıştı. Bu olay yaşandığında, on beş senedir oğluyla konuşmuyordu Rafi’ngemiz. Dargın olduğu oğlunun uzaktan arkadaşından bile otuz tavuğun parasını almayan cömert ve onurlu kadındı o. Dargınlığın bile izzeti onuru ve mahremiyetini gözeten, kollayan örnek Anadolu kadını.
Köyün içinde, kızı olaylı şekilde evlenen biri, Kaynanası Sadiye Gelin’e, yolda izde rastladığında laf söylüyor, o da eve gelince üzüntüyle anlatıyordu bunu. Üç beş kez tekrarlanmıştı olay. O zamanlar, evlerde su yoktu. Her akşam sabah, köyün kuyu veya çeşmesinden susurukla (su sırığının iki ucuna takılı bakırlarla) su getirilirdi. Rafi’nge bir gün su yolunda (çeşmeden su getirirken) kaynanasına çıkışan kadınla karşılaştı: “Hamfabla Hamfabla, sen mani mani anama ne daklaşıyoğ bakim? (Hanife Abla, sen sık sık kaynanama niye laf söylüyorsun?) Benim alnım ak yüzüm pak. Bağa Allah bile hesap soramaz, ama gızığınan sağa gul bile sora!” Evet; Rafi’nge, Allah’a vereceği hesaba hazır yaşamıştı bir ömür. O kadar emindi ki kendinden, hesap gününde Allah’ın ‘hadi geç çabuk’ diyeceğine, ona bir şey sormayacağına tam inanmıştı. Ameline bu kadar güveniyordu.
On beş sene kadar önceydi. Kurban bayramı kışa geliyordu o dönemde. Rafi’nge’nin köyünde, büyükleri vefat etmiş, oğlu ve kızı şehirde evli, çoluk çocuğa karışmış bir komşusu vardı. İki kardeş Ruhi ile Ruhinaz, her bayram eşleri ve çocuklarıyla köye gelir, babaevini ve komşularını ziyaret ederlerdi. Onların hüznünü yüreğinde hisseden Rafi’nge, kızı Malike’yi bir arife günü, kendi evini temizledikten sonra, komşu evine de gönderdi, bir güzel bayram temizliği yaptırttı. ‘Çocukla gelince, tertemiz otusunna buba evinde, git temizleyive hadi gızım’ dedi. Bayram öğle saatlerine doğru başlardı köylerinde. Kendi evi gibi komşusunun sobasını da yaktırttı bayram sabahı, kızını gönderip Rafi’nge, ‘Çocukla ıscacık otusunna buba evinde’ dedi. İki saat kadar sonra ise, kendi evine bayramlaşmak için biri gidip biri geldiği, sofranın biri kurulup biri kaldırıldığı sırada,- en az on beş sofra kurulduğu bir gün -, o hengame ve kargaşada kızına, bakır siniye kurban, pilav, dolma, hoşaf, üre tatlısı ve lokum (cevizli bayram ekmeği) koydurup ‘hadi bunu Ruhi Ağbinlere götürüve, çocukla buba evinde ağız dadınnan bayram yapsınna ’ diyen kadındı Rafi’nge. Diğergam insandı. Başkalarını mutlu etmek, onun en büyük mutluluğu ve sevinciydi. On kere yüz kere olmuş olaylardı onun hayatından bunlar.
Bahçesi bostanı, eriği armudu, kavunu karpuzu, soğanı sarımsağı hep boldu onun. Çuval çuval, asmak asmak, dizi dizi. Her misafire mutlaka bir şeyler verirdi giderken. Cömertlik şiarıydı. Vermek, hediye etmek, paylaşmak hayat felsefesiydi onun. Rafi’nge denildiğinde ilk akla gelen kelime; vermekti kuşkusuz.
Ey okur, ‘peki, sen Rafi’ngemizi bu kadar iyi nereden tanıyorsun Fahri Tuna?’ diye sorduğunu duyar gibiyim. Haklısın. Çok haklısın hem de. Cevap veriyorum: Rafi’nge, benim annemdi de ondan.
Rafi’nge; dünyaya vermek için gelen kadındı. Çalışmak, üretmek ve dağıtmak. Karşılıksız, çıkarsız, hesapsız hem de. Sadece karşıdakini mutlu etmek için veren kadın. Diğergamlıktan haz alan kadın.
Rafi’nge; Diğergamlığın kitabını yazan yengemiz o bizim.
Not: Rafi’nge’yi 16 Şubat 2021 Salı günü, bembeyaz bir günde, beyaz gelinliği içinde çok sevdiği Yaradan’ına (Sakarya, Kaynarca, Okçular Köyü Mezarlığından) uğurladık. Tüm anneler gibi onun da mekânı cennet olsun.