Baharın yüzünü gösterdiği bir mart günüydü. Bölümümüzden yıllar önce mezun olup hayatta bir yerlere gelmiş varsaydıkları biz dört beş kaşarlanmış mühendis, öğrenci kardeşlerimizle bir söyleşi yapacak, deneyimlerimizi aktaracaktık. O günlerde bölüm başkanı, şimdilerde dekan olan sınıf arkadaşımız Prof. Dr. Orhan Torkul etkinlik öncesinde yemek veriyordu arkadaşlarına. Ama ben - her zamanki gibi- yine geç kalmıştım. Saate baktım. Toplantımızın başlamasına yirmi dakika vardı. ‘Bari gideyim de salonu kontrol edeyim’ dedim içimden. Öyle ya, sahne arkası, masa düzeni, mikrofonlar vs… yerli yerinde, hazır mıydı?
Göl manzaralı Türkiye’nin en güzel ve en estetik birkaç üniversiteden biri olan kurumumuzun en afili beş yüz kişilik salonuna adım attığımda şöyle böyle dörtte üçü dolmuştu bile. Şöyle bir kontrol ettim. Her şey yolunda sayılırdı. Mikrofonları kontrol edeyim dedim. Bir iki ses, deneme filan. Daha on beş dakika var bizimkilerin gelmesine. ‘Hadi salonu biraz neşelendireyim’ dedim. Hepsi de bizim bölümün yani Endüstri mühendisliğinin öğrencileri. Merhabalaştık, hâl hatır… karşılıklı ısınmıştık genç meslektaşlarımla. Sormadan edemedim:
‘- Harun Taşkın dersinize geliyor mu?’
Hep bir ağızdan gök gürlemesine benzer bir ses yükseldi:
‘- Geliyorrrrrrrrrrrrrrr’
‘- Söylediklerini anlıyor musunuz?’
Desibeli daha da yükselen bir tonda cevap verdiler:
‘- Hayırrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr!..’
Yorum ve cevap sırası bana gelmişti. Konuştum:
‘- Yirmi beş sene önce biz de anlamıyorduk. Demek hiçbir şey değişmemiş…’
Bir alkış tufanı koptu ki sormayın gitsin.
Kırk yıllık hoca Prof. Dr. Harun Taşkın, öğrencileri gözünde budur işte: Müthiş dolu bir entelektüel, sağlam mütevekkil ve mütekaid (çok güçlü itikat sahibi) bir mümin, mütevazı dost can ama ne hikmetse ‘pek anlaşılamayan’ bir hoca. Aslına bakarsanız, kim anlaşılabilmiş ki bu dünyada? Değil mi ama.
…
Tam da budur Harun Taşkın ağabeyimiz.
Sarsılmaz ve tereddütsüz bir iman, izzet sahibi bir irade ve duruş, hikmet ve okuma peşinde geçen bir ömür. Hikmet, daima hikmet, en çok ve sonuna kadar hikmet; ömrünün özeti budur onun.
Bunun için okur, hep okur; bunun için düşünür, hep düşünür.
Unutkanlığı dalgınlığı dalıp gitmeleri bundandır.
Sanki başka bir gezegende düzlemde yaşıyor gibi yaşamaktadır o. ‘Biz dünyalılar’ ona şaşarız yer yer, o da bize. ‘Ne var ki bunda; her şey normal değil mi?’ deyişi bundandır zaman zaman.
…
‘- Nerelisiniz?’ sorusuna ‘- Şey, kutsal topraklardan’ diye cevap verir, hafif tebessümle. ‘Kutsal topraklar’dan murat Trabzon Of’tur elbette. Ama durun, hemen öyle başka şeyler düşünmeyin: Ayniyle vakidir, Harun Hoca’nın kökleri, Halep’ten Karadeniz’e yerleşmiş bir Türkmen boyuna dayanmaktadır. Da, o öyle şeylere itibar etmez. ‘Müminim ben’ der, ‘Milletim İslâm’ der geçer gider.
Hâfız bir babanın oğludur. O da yarı hâfız sayılır dolayısıyla. Yakın dostu, sağ kolu, can yoldaşı bizim Cemalettin Kubat’a (prof.dr., halen Birlik Vakfı Sakarya Şubesi başkanımız) göre ‘Harun Hoca hâfız değil lâfızdır.’
…
On iki eylül öncesi yani öğrenciliğimizde MTTB’den ağbimizdi. 40 yıldır (yazıyla kırk yıl) Adapazarı’nda yaşamaktadır. Anlayacağınız o artık Sakaryalı değil ‘Adapazarlı’dır. Ne demek mi istedim: Bu şehre dışarıdan gelip yerleşenler - hiç farkında olmadan – ‘yabancılıklarını’ hemencecik ‘Sakaryalıyım’ demekle ele verirler. ‘Sakarya’ 1954’ten sonra bu toprakların gündemine girmiş yabanıl çiğ hoyrat bir kavramdır; hiçbir yerli yerleşik insan tarafından alaka görmemiş, muhabbet bulmamıştır. O yüzden bu şehirli herkes sorulduğunda ‘Adapazarlıyım’ der. Şaban Üstüner’lerin, Selahaddin Şimşek’lerin, Sadık Canlı’ların; Orhan Camii’nin, Asmaaltı’nın, Ali Koka Bozası’nın yakın dostu arkadaşı ayaktaşı Harun Hoca da artık iliklerine kadar, bizim kadar Adapazarlıdır şüphesiz.
On iki eylül sonrasında Yeni Camii’ye doğru, Atatürk Bulvarı’nda sağda bizim Kanuni Sultan Süleyman Azaklı’nın yan tarafında ikinci kattaki Birlik Vakfı’mızın şube başkanıydı yıllarca o. Her hafta Cuma ve Cumartesileri oradaydık.
Kimler müdavi değildi ki oranın. Daha sonra bakanlık da yapacak olan Prof. Dr. Sami Güçlü, şimdinin SAÜ Rektörü Muzaffer Elmas, daha sonra Mersin Milletvekilliği de yapan Prof. Dr. Ömer İnan, şair akademisyen Yılmaz Güney, şimdilerde profesör olan onlarca akademisyen… Adapazarı ahalisinden de merhum Şaban Üstüner, merhum doktorSadık Canlı ağabeyimiz, her hafta çifte kavrulmuş Antep fıstıklı lokum ikram eden çocuk doktoru Necmettin Şafak, karabatak gibi arada bir görünüp bir kaybolan Süleyman Gündüz, o zamanlarda bu camiaya yeni yeni intisap eden Gazeteci Zeki Aydınepe, büyük tartışmaların renkli siması Felsefeci Ömer Faruk Şen Hoca, ve o hocaların bazı öğrencileri, o günlerin gençleri olan bizler; Veysel Karafilik, Fahri Tuna vs. vs.
Çok güzel çok faydalı ufuk açıcı seminerler hatırlıyorum doksanlı yıllarda o binada. Bulvara bakan tarafta otuz kırk kadar kolçaklı sandalyelerden oluşan genişçe bir salonda nice seminerler. O seminerlerin görünür/görünmeyen kahramanı hep Harun Hoca’mızdı bana göre.
Hiç unutmam; bir gün Dr. Mustafa Özel, ‘İslâm Ekonomisi’ konulu bir seminer veriyor. Son kısmına geçildi, soru cevap kısmına. Mutat olduğu üzere Ömer Faruk Şen Ağbimiz banı noktalara karşı fikirler öne sürdü, Mustafa Özel cevapladı, tartışma hararetlendi, sesler yükselmeye başladı, konu dallandı budaklandı.
Her zamanki gibi solda önde oturan fiili ve resmi başkanımız Harun Taşkın Hocamız -o her zamanki meşhur eda ve tavrıyla - usul usul ayağa kalktı, yavaş yavaş tahtaya doğru bir iki küçük adım attı, ‘aslında bu konuyu şöyle şey edebiliriz’ diye - her zaman her tartışmada yaptığı gibi- konuya girdi, beş dakika kadar yumuşak yumuşak konuştu,tansiyon düştü, ‘burada söylenenleri şöyle şey edebiliriz, telif edebiliriz’ diye bir beş dakika daha konuştu. Her zaman öyle yapardı zira. Sorun çözülmüş gibi göründü. Ortalık sakinleşti. Ama itiraf etmeliyim ki artık konu Mustafa Özel’in ve Ömer Faruk Şen Hocamızın anlattığı konularla zerrece alakalı değildi.
Harun Hoca her zamanki gibi gemiyi limana sessizce yanaştırmıştı yine.
Yılmaz Güney’in tabiriyle ‘Harun Hoca bizim ezelî ve ebedî başkanımız’dı. Ustamız, ağabeyimiz, muteberimiz.
Az öz düz konuşan adamdır.
‘Şey’ ve ‘merhabayın’ kelimeleri bir insanın ağzına bu kadar mı güzel yakışır…
…
Yine doksanlı yıllar; Birlik Vakfı’ndayız. O zamanlar İktisat Doçenti (şimdinin profesörü, Tarım Eski Bakanı, Anadolu Mektebi hareketinin kurucusu) Sami Güçlü Hocam, bir akşam beni köşeye çekti, bastı fırçayı:
‘- Seni ben yetiştirmedim mi? Ne diye iki de bir ‘ben Harun Hoca’nın talebesiyim deyip duruyorsun?’
‘- Haklısınız hocam. Üzerimde en çok sizin hakkınız var. Da,ben unutkanlığım ve dalgınlığımla aranızda en çok Harun Hoca’ma benziyorum. Onun için öyle söylüyorum’ deyince ben, Sami Ağbi rahatladı, Konya yanığı yüzündeki öfke biraz biraztebessüme dönüştü:
‘- Ha, iyi o zaman’ dedi yürüdü gitti salona doğru.
O yıllarda ne zaman Eyüp Sabri Türker Hoca ile karşılaşsak, ki kendisi de Trabzonluydu Harun Hoca gibi, hayatta gördüğüm en pozitif en neşeli en cana yakın insanlardan birisiydi, 19 Ağustos 1999 Depreminden Rahmeti Rahman’a uğurlamıştık onu:
‘- Fahri, gel sana bir Harun Hoca fıkrası anlatayım’ derdi ve eklerdi: ‘Daha geçen Salı günü yaşandı bu olay.’
Biliyorsunuz bu cümlede üç unsur vardı: Bir Harun Hoca’nın hayatının Karadeniz fıkrası gibi zengin olduğu, iki Eyüp Sabri Bey’in mizaha ve Harun Hoca’ya düşkünlüğü, üç Fahri Tuna’nın hem Harun Hoca hem Eyüp Sabri Hoca hem de mizaha düşkünlüğüne telmih vardı, bana göre.
Harun Hoca’mızın hayatı yaşadıkları başına gelenler aslında doğal Karadeniz mizahıdır; Temel Harun Hoca’mızı tanısa tası tarağı toplar, yaylaya çekilir konuşmaz, konuşamaz bir daha. Öyle güzel öyle doğal öyle samimi olaylardır.
Ve bunların her birisi de Harun Hoca’mızın gönül dostu, çocuk kalbi safiyeti ve - aramızda kalsın, o duymasın- Evliyalığına işarettir.
Hatırınız için birini anlatayım:
Mercedes’ini nerede park ettiğini unutup üç gün sonra bulduğunu anlatmayacağım. Yüzlerce bilim adamının katıldığı uluslararası ve bilimsel bir toplantıda, bir buçuk yıldır hazırladığı tezini/sunumunu evde unutup sanki hiçbir şey yokmuş gibi sahneye çıkışını, aklından sunum yapışını, ezberden sözlerini kaynak gösterdiği bazı bilim adamların isimlerini dinleyicilerin hâlâ arıyor oluşunu da anlatmayacağım.
Bolu Valiliği’ne deprem projesi sunmak için otobüsle giderken, iki koltuk arkada oturan ve aynı sunum için gelen diğer profesör arkadaşıyla cep telefonunda görüşürken, aynı otobüste olduklarını beş dakika sonra fark ettiklerini de anlatmayacağım.
Zaman 1999 Depremi öncesidir. Harun Hoca’mız Sedat Kirtetepe Caddesi sonlarında bir apartmanda oturmakta, Almancı olan ev sahibinin babasına her ayın on beşinde maaşını alıp gitmekte ödemektedir kirasını.
Aylardan bir ay, günlerden bir gün, Harun Hoca’nın ev telefonu çalar. Yengemiz açar, arayan Almanya’daki ev sahibidir; ‘Geçmiş olsun başınıza bir şey geldi herhalde?’ der, Yenge de ‘sağ olun ama şükür bir şeyimiz yok. Hayrola?’ diye sorar. Ev sahibi, ‘eşiniz bu ay ev kirasını ödemedi de herhalde kaza bela yaşadılar diye düşündük’ der. Yenge şaşkındır, ‘Fesüphanallah, hoca borcuna çok düşkündür. Bir yanlışlık olmalı ama akşama gelince bir sorarım hocaya’ der, kapatır. Akşama da ilk işi Harun Hoca’ya ‘kira?yı’sormak olurYenge’nin. ‘Ödedim’ der Harun Hoca. ‘Ne zaman?’ der Yenge. ‘Her zamanki gibi ayın 15’inde’ der Harun Hoca, ‘Ödememişsin, ev sahibi aradı Almanya’dan’ der Yenge. ‘Vallahi ödedim, hatta ev sahibinin babasını Çark Caddesi’nde Cevat Bey’in Konağı’nın önünde gördüm. Arabayı durdurup eline verdim. Veysel Hoca da şahidim’ der öfke şaşkınlık içerisinde bir ses tonuyla.
İşin aslı sonra anlaşılır. Bizim sevgili Harun Hocamız, kimbilir aklı hangi hikmetin peşinde, arabakullanırken, şehrin en işlek caddesinde ev sahibinin babasına benzeyen birini görmüş, arabasını sağa park edip durmuş, sakallı orta yaşlı adamın eline kirayı tutuşturmuş, adamcağızın ‘bu ne parası, sen de kimsin arkadaş?’ demesine fırsat vermeden çalışmakta olan arabasına binmiş gitmiştir.
Sonrası mı? Veysel Hoca ile birlikte on beş gün süreyle ev sahibinin babasına benzeyen sokaktaki her sakallıya ‘ben kızınızın kirasını yanlışlıkla size mi vermiştim?’ diye sormuşlar, ama bir türlü ‘yanlış sakallı’ya bir daha rastlayamamışlardır. Çaresiz ikinci kez de kira ödenmiştir.
Bunu da sakın büyütmeyin derim size. Benim Rahmetli Hüseyin Komite ile sohbet ederken, onun elimde büyüyen kızı diye hiç tanımadığım birinin eşinin saçlarını - dalgınlık ve dikkatsizlikle - okşayışımın yanında Harun Hoca’mınki masum bile kalır. Şimdi emin oldunuz mu ‘Ben Harun Hoca’mın talebesiyim’ deyişimdeki samimiyetimden…
…
Gerçek bir bilim adamdır. Gerçek bir bibliyograftır. Ona bir ibare verin lugattan, ‘Endülüs’ deyin ona mesela, size üç buçuk saat konuşabilir vaktiniz varsa. Altı buçuk saat de konuşabilir. Vaktiniz varsa ve alıcılarınız hâlâ açıksa dokuz buçuk saat dekonuşabilir.
Harun Hoca, samimiyetin mertliğin düz adamlığın sembolüdür.
Tevazuun da kitabını yazan çelebi bir biri, tam bir gönül adamıdır. Bakmayın profesör olduğuna, köylüyle köylü işçi ile işçi esnafla esnaftır.
Lafı on ikiden tam kitabın ortasından söyler. Irk mezhep cemaat hemşerilik şu bu yazmaz onun kitabında. Tek hakikat tanır: İslâm ve Kur’an.
Kur’an konusunda çok ama çok hassastır.
Arkadaşları arasında mertliği, dobralığı, Kur’an’a ve Allah’a bağlılığı, titizliği ve çocuk kalbi safiyeti taşımasından ötürü ‘evliya’ olarak bilinir. Bazı kerametleri de görülmüştür zahir, aramızda kalsın.
Geçen akşam ‘Hikmet’ temalı enfes konferansı öncesi sekiz on dostuyla birlikte yemekteydik.
‘- Hocam, sizin hakkınızda bir dedikodu var’ dedim.
‘- Hayrola?’ dedi.
‘- Romanya sınırında Kur’an-ı Kerimleri gümrükten geçirmek için güya siz gümrük memuruna rüşvet veresiymişsiniz...’
‘- Doğru. Rahmetli Numan Ağbi, Salih (Şimşek, prof.dr.) Kırım’a gidiyoruz. Elli kadar da Mushaf-ı şerif götürüyoruz. Sınırdan sokmadılar. Ne yapayım? O Kur’an’ın götürülmesi, okunması gerekiyor. Çaresiz kırkeuro rüşvet verdim. Allah affetsin’ dedi.
Evet; Harun Taşkın bizim yaşayan bilgemizdir. Yaşayan evliyamızdır da.
Bir ömür hikmet peşindeki entelektüel ağbimiz o bizim.
Gururumuz haysiyetimiz yol göstericimiz.
Hayatımızın zenginliği. Hayatımızın şehrimizin dünyamızın