Ressam. İzlenimlerin ressamı hem de.

Selim Gündüzalp’in paltosundan çıkan ressam. Çıktı be çıktı, sonunda çıktı, sözünü yerden göğe hak eden adam.

Her konuda makale yazabilir, konferans verebilir. Verdi de: Aksaraylı Ressam Fikret Otyam’ın Eserlerinde Anadolu Kadınları’ndan Enigma - De Chirico Muamması’na, Sanat Tarihinde Yer Alan Yaratılış Tasvirlerinin Göstergebilim Çözümlemesi’nden Bir Duvar Resmi Sihirbazı: Banksy’e. Daha birçok…

Onun bir tane derdi var: Eğitimde Estetik Bilinç Kazandırma. Bunun için çabalıyor, anlatıyor, konuşuyor, yedi iklim, dört mevsim.

Sanatın Büyüsü‘ne kaptırmış gidiyor kendisini. Lebalep. Külliyen. Buram buram. Ne de iyi yapıyor. Çok da yakışıyor ona.

Kaç zamandır tanışırız, hatırlamıyorum. Belki on yıl, belki yüz yıl, belki de bin yıl. Öylesinde kavidir dostluğumuz.

Uzun sarı saçlarının, derin mavi gözlerinin ta derininde muzip bir bakışı vardır bizim Rasim’in. Muzip ve bilgece.

Neşeli adamdır. Özel sohbetlerde mutlaka gülecek ve güldürecek bir şeyler bulur. Öyle de tatlı ve mutantan anlatır ki. Hem gülmeye doyamazsınız, hem dinlemeye.

Resim doçenti bu sıralarda. Çoktan profesör de, kadro bekliyor. Zaten buraya gelene, doçent olana kadar az dolaşmadı. Aksaray’dan Niğde’ye, Adapazarı’ndan Çorum’a. Ben unuttum sayısını. Sabırla koruk helva olurmuş ya. Hepsinden de yüz akı ve başarıyla çıktı. Sevildi, arandı.

Bundan yirmi yıl kadar önceydi. Şair Yılmaz Güney ağabeyin öncülüğünde bir grup arkadaş aylık Irmak Dergisi’ni çıkartıyorduk. Ben de hasbelkader genel yayın yönetmeniydim. On bir yıl, yüz otuz iki sayı çıkarttığımız dergimizin kapanış gecesinde, sahne alan Rasim Soylu’ya kulak verelim: AKM yeni açılmıştı. Bir gün önünden geçerken Fahri abiye (Tuna) rastladım. Rasim, sen sanat eleştirisi yazıları üzerine çalışıyorsun, değil mi? Diye sordu. Evet, dedim. Sen bundan sonra bizim dergiye her ay bir sinema eleştirisi yaz, olur mu? Dedi. Ağzımdan, evet, çıkıverdi. De, bir şeyi fark ettim. Ben o güne kadar hiç sanat filmi izlememiştim ki. Durumu Fahri abiye anlatacak oldum. Her şeyin bir ilki vardır Rasim. Başla bir filmi yazmaya, arkası gelir, dedi. Bir, iki, derken, ben kendimi sinema eleştirmeni olarak buldum. Özetle, sinema eleştirmeni olmamı ben Fahri abiye rastlamama borçluyum. O gün AKM önünden geçmesem, bugün film eleştirmeni değildim.

Evet, her yazarın bir başlangıç hikâyesi var. Hiçbiri birbirine benzemeyen. Bizim Rasim’imizin ki de böyleymiş.

Irmak’ın 75’inci sayısı (Mart’2007) sıradışı bir sayıydı. Bütün bir dergiyi, sadece yazarlarına ayırmıştık. Her sayfada o yazarın bir karikatürünü Osman Suroğlu çizmiş, her sayfada o yazarın portresini on beş cümle ile ben yazmıştım. Görelim bakalım (37’inci sayıdan 75’inci sayıya yayın kurulu üyemiz olan) Rasim Soylu için neler yazmışım:

Hem resim öğretmeni hem ressam hem de eleştirmen. Ama sinema eleştirmeni. Sağlam bir sanat eğitimi aldığı tartışılmaz. Sanat üzerine denemeler de yazıyor zaten. Farklı bir bakışı, farklı bir yorumu, farklı bir üslubu, farklı bir konuşması var. Bakmayın siz onun sapsarı saçlarına, Anadolu çocuğudur Rasim. Geleneksel sanata, geleneksel bakışa öteden beri soğuktur. Hatta bu nedenle hakkında şöyle bir görüş bile yaygındır: ‘Rasim, Türk sanatına Eyfel Kulesi’nden bakıyor!’ Sinema eleştirmenidir de. Ama ne hikmetse Türk filmlerini yok sayar; ona göre seyredilecek tek bir Türk filmi yoktur. Batının büyük prodüksiyonlarını tercih ediyor genellikle. Hep özgündür, hep özgünlük arar, hep özgünlükten yanadır. Sessiz, mahcup, terbiyeli çocuk. Yüzünden tebessümü eksik olmaz. Tebessüm ona yakışıyor. Beyaz düşleri vardır. Zaten de Pamukovalıdır. Rasim Soylu’nun Adresi: Her resim öğretmeni ressam değildir mahallesi, Türk filmlerini sevmez Amerikan filmlerini sevenler caddesi, Sinema eleştirmenleri sokak, Resim dediğin özgün olmalı apartmanı, No: 54, Pamukova / Pamukistan.’

Birçok genç yeteneği yakalayıp elinden tuttu. Türk resmine ve fotoğrafına kazandırdı. Ulusal ve uluslararası birçok ödülün sahibi fotoğraf sanatçısı Nevzat Yıldırım’ı mesela. Şahidiz. Lise öğrenciliğinden bugüne ne çok emeği var onun üzerinde Rasim’in. O da hem başarıları hem kendisine olan saygı ve sevgisiyle ödüyor borcunu. Bihakkın hem de.

Çok, onlarca güzel anımız vardır Rasim Hoca ile. Hepsi de neşeli. Çıktı be çıktı’dan tutun da üç yüz yıllık tarihi bir mezarlıkta 100 yaşındaki Hâfız Hasan Hüseyin Işık’ın belgeselini çekerken, ben Said Nursi ile tanışırdım sözü üzerine görüntü yönetmeni Rasim Soylu’nun heyecanlı, meraklı sorularına, babasının, Biz Çepni Türk’üyüz, Orta Asya’dan Trabzon’a gelmişiz. Oradan da Sakarya Pamukova’ya. Hepimiz de karakaşlı karagözlü, karayağızız. Bir gün Trabzon’a yolun düşerse amcalarını bul, dediklerime şahit ol, sözleriyle büyüyen Rasim Soylu’nun, hakikaten de yıllar sonra bir seminer için gittiği Trabzon’da amcasını bulup da sapsarı saçlı masmavi gözlü bir adamla karşılaşınca hayal kırıklığı ve bunu komik komik anlatışından, bir öğrenci problemini çözmek için Ülkü Ocağına gidip, - üniversite öğrenciliği günlerinde altı aylık sınıf reisliğinden mülhem - tam söze ben de reistim bir zamanlar diye girecekken, öğrenci reisinin, Rasim Hoca’m, biz seni iyi tanır, severiz, sen bize az risale okutmadın, cevabı karşısında ters köşe oluşuna.

Ters köşelerin adamıdır Rasim Soylu.

Yüksek lisans, doktora tez konularından, birçok ödüllerinden söz etmedim daha.

Bakılmayan yerden bakar. Çizilmeyen yerden çizer. Söylenmeyen yerden söyler.

Rasim Soylu; Mistik İzlenimler’in hakiki ressamıdır o.

Tam da budur. Böyledir. Buncadır.