Bir türküden ibarettir aslında şehirler, benim zihnimde çoğu kez.
Konya Kesik Çayır ‘dır, Afyon Karahisar Kalesi yıkılır gelir. İzmir’in kavakları meşhurdur, Adana’nın taşları. Antep’te hamam hayal, Ordu’da dere. Beyaz giymeyiz mesela Bolu’dan geçerken, biliriz çünkü söz olur. Bursa’dan geçerken Zeytinyağlı yiyemeyiz mesela. Üzümü sevseniz de sevmeseniz de Diyarbakır etrafındakileri ve Ankara’nın bağlarını seversiniz, biliyoruz. Zonguldaklıların Karadır kaşları ferman yazdırır evet, Eskişehirliler ne kadar Halkalı şeker yerlerse, o kadar bol hasret çekerler. Elmayı top top yaparlar Adapazarlılar, finduk ayıklar Giresun’da kızlar. Biliriz; Bitlis’te beş minare vardır, Evreşe yolları dar‘dır.
Biz türkü söylemeyiz aslında, asıl türküler söyler bizi; acımızı sevincimizi onlar anlatır. Bunun en tipik en güzel en canlı örneği kuş kanadı kalem olsa yazılmaz benim derdim diyen Kütahya türküsü değil midir? Öyledir elbette.
Türkçenin şaheseridir türkülerimiz; basit gibi göründüklerine aldanmayın sakın: Az derdim çokçalandı’daki muhteşem yalınlığa be metafora bakar mısınız lütfen.
Kütahya benim için öncelikle dertli, tasalı, içli, samimi, saf, temiz kalpli insanlar diyarıdır. Akışan Kütahya’nın pınarları değil Kütahyalının kalbindeki insan ülke vatan sevgisidir, bilirim.
Sonra Dönenler Camii gelir aklıma Kütahya denince. Yani Semahane, yani Mevlevihane. Türk halı o mükemmel sembolize ediş becerisiyle ‘dönenler’ demiş çıkmıştır camiye. Ne zarif bir benzetme… Gittim gördüm, girdim kıldım; caminin şahane sadeliği alıp götürüyor sizi başka âlemlere, bildim.
Germiyan Sokağın sizi alıp ta Taşkent’e Buhara’ya götüren, Ahmet Yesevi ile Şeyh Edebalı ile insanı buluşturan mistik atmosferinde yürüyorsunuz şimdi. Adımlarınız sokağın deriliklerinden çok, tarihin derinliklerinde.
Durun,midenize bir ödül verme zamanıdır: Kızılcık tarhanalı çorbayla siftah etmelisiniz. Sonra da hiçbir yerde rastlayamayacağınız enfes cimcik mantısı yemelisiniz. Marmara ve Yukarı Ege’nin ortak tatlısı incir uyuşturması veya yufka böreğinden biriyle tamamlamalısınız ziyafeti.
Her eski’mez şehrin kalesi vardır. Modern çağda kaleler yok, artık seyir tepesi denilebilir bunlara. Kaleye çıkmalı, soluya soluya, içimize çeke çeke, huzurla bu kadim Türkmen şehrini seyre dalmalıyız. Hem de döner kahvehanede şehri üç yüz altmış derece seyrederken, kahvenizle birlikte yedi yüz yıllık bir tarihi içe içe yudumlamalıyız.
Her şehir bir insandır bana göre. Bir veya birkaç insan. Kütahya Ressam Ahmet Yakupoğlu’dur benim için. Ve çok sevdiğim sınıf arkadaşım Ahmet İça’dır. Dönemin Kütahya Gençlik Spor İl Müdürü Ömer Kalkan kardeşime bin teşekkürler. 2002’de bir Kütahya ziyaretimde tanıştırmıştı büyük ressamla bu fakiri. Atölyesinde ziyaret etmiştik kendilerini. Naif zarif gösterişsiz mütevazı mütevekkil, bir sözü bu dünya diğeri öte dünyada, bir gözü bir ayağı bir eseri bu dünyada, diğer gözüayağı eseri öte dünyada yaşıyor gibiydi. Bizi karşılayan kucaklayan ağırlayan bir Allah dostuydu, belliydi. Gerçek bir sanatçıydı Ahmet Ağbi, öyle böyle değil. Atölyesinde değildik, Üsküdar’dan yahut Saray Burnu’ndan, Piyer Loti’den İstanbul’u seyre dalmış gibiydik; her yan titizlikle işlenmiş birer gergef misali, renk renk meydan meydan tablo tablo İstanbul resimleri ile doluydu. Boğazdan bakış, Galata’dan bakış, Galata’ya bakış. Süleymaniye uzaktan ne muhteşemdi öyle. Anadolu’nun bir mütevazı şehri Kütahya’da yaşayan bir ressamın bu kadar titiz, bu kadar farklı ve bu kadar çok İstanbul resimleri yapmış olması hem şaşkınlığıma düçar olmuştu, hem de takdirime elbette. (İstanbul’u bu kadar çok sevmemde karşılaştığım bu muhteşem resimlerin de etkisi olabilir mi? Şüphesiz ki katkısı olmalı.)
Ahmet Yakupoğlu büyüğümüz, hem gönlümüzü feth etmişti sesiyle sözüyle yüzüyle, hem bedii zevk cennetinde ağırlamıştı bizi. İki dünyalı adamdı, iki dünyada adamdı, iki dünyacı adamdı o. Çok sonraları Prof.Dr.Ahmet Güner Sayar ağabeyden öğrenecektim ki, Ressam Ahmet Yakupoğlu büyüğümüz, büyük evliyaullahtan Fatih Türbedarı Tırnovalı Ahmet Amiş Efendi silsilesinden birisidir. Ona ne şüphe; kafamdaki taşlar yerli yerine oturmuştu böylece.
Anladım ki o bir şehir ressamı değil, o bir medeniyet ressamı. Kütahya da onun Kudüs de. Bursa da onun Filibe de. Konya da onun Prizren de. Üsküp de onun Erzurum da. Ama en çok İstanbul. Elbette. Kuşkusuz. Ona ne şüphe…
Her şehre bir iki üç… Rabbim her şehre Ahmet Yakupoğlu’lar nasip etsin inşallah. Ki o şehirler güzelleşsin iyileşsin zenginleşsin.
Kütahya o günden sonra bana hep iki dünyalı şehir geldi. İki dünyalı insanlar şehri. Bu dünyada bir süre dönüp sonra da ötelere giden insanlar şehri.
Çinilerinin vazolarının turkuazı en çok da Kütahya’ya yakışır gelir bana.
Kütahya çini turkuaz; en güzel üçleme. Türklükle Müslümanlığın, fakirlikle izzetin, arılıkla duruluğun, iyilikle güzelliğin, tevazu ile yalınlığın, irfanla Türklüğün bileşimi bileşkesi vuslatı gelir bana hep Kütahya,o ziyaretten sonra.
Bir türküyle başladık, bir türküyle bitirelim yazımızı:
Evet; Kütahya, şu ölümlü dünyada sessiz onurlu dik başlı mütevazı Allah’ıyla bayrağıyla devletiyle bir insanların diyarıdır.
Bize ‘dünyanın kimseye kalmayacağı’nın çağrısını yapar gibi duran yaşayan seslenen şehirdir Kütahya.
‘Devir devran döner gider. Biz de ‘dönüp gidelim hoş sada bırakarak şu dünyadan’ der’ gibidir Kütahya.
Kütahya, dönenlerin hoş güzel zarif şehri. Güzel dönenlerin şehri.