Arzu Özdemir'in kaleminden
Hani bazı zamanlarımız olur ya hiçbir dermanın bize yetmeyeceğini düşündüğümüz, nereye gidersek gidelim çaresizliğimizi de ardımız sıra sürüklediğimiz… Öyle hissiyatları olur, hemen herkesin. Bendekinin farkı biraz uzun sürmesiydi sanırım. Ve süreceğe de benziyordu. Birinci küçürek öykü kitabım İzdiham Yayınlarından çıkmış ama bazı sebeplerden İzdiham’la yolumu ayırmak zorunda kalmıştım. Ayrıca özel hayatımda da ters giden şeyler vardı. Hep birini diğeri ile telafi edip yaşama katılmaya çalışırdım. Ama bu sefer ne öykü yazasım vardı, ne hali hazırda olanları bir yerlere gönderesim. Ne de hayatımı güzelleştirmek, kendimi sağaltmak adına attığım adımlar... Öylece boşlukta sallanıyordum. Sihirli bir değneğin bana dokunmasını ve üzerime örtülen bu ölü toprağının üflenmesini bekliyordum.
Ve o sihirli değnek bana bir cumartesi günü messengardan samimi bir mesaj yolladı: Sündüs Arslan Akça. Sosyal medya hayatımıza gireli beri kullandığım o tabir, Sündüs Hanım için de geçerliydi: “Konuşmadık hiç, sadece arkadaşız.” Ahir zaman mıdır, nedir; nasıl da karışmış kavramlar birbirine. Arkadaşız ama hiç konuşmuşluğumuz yok. Neyse ki Sündüs Hanım samimi bir merhaba ile bir diyalog başlattı da hem arkadaş hem konuşan oluverdik. Elazığlı ve öykücü olduğum için dikkatini çektiğimden bahsetti. Tokat’a gelin gittiğini belirtince ben de on dört sene Tokat’ta yaşamış biri olarak onunla katmerli hemşeri sayılabileceğimizi söyledim. Kan çekmişti işte. Bir abla edasıyla gurbette yaşayan hemşerisine sahip çıkacak güvenilir birini bulma telaşına düşmüştü. Madem Sakarya’da yaşıyordum, muhakkak tanışmam gereken biri olduğunu söyledi. O kişi Fahri Tuna idi. Sündüs Hanım, Fahri Tuna’nın ardına “ağabey” unvanını ekleyip şöyle takdim etmişti bana: “Edebiyat camiasında tanımayan yok. Çok aktif ve sıcak bir insan… Portre yazarı. Çok babacan, güzel insandır. Kıymetli bir abimiz.”
Bu referans üzerine Fahri Tuna’ya arkadaşlık isteği yollamak için hemen sayfasına girdim. Ama o da ne? İstek yollayamıyorum çünkü 5000 arkadaş limitini doldurmuş. Sündüs Hanım’a durumu anlattım. Fahri Tuna’ya da Sündüs Hanım iletmiş. Fahri Tuna da bunun üzerine listesinden bir valiyi çıkarıp beni arkadaş olarak listesine eklemiş ve ona şöyle demiş: “Valiyi çıkardım, kızımızı ekledim. Bir yazar, kaç vali eder.”
Fahri Tuna ile tanışıklığımız 31 Ekim 2020’de işte böyle bir jestle başladı. O gün telefonla da konuşmuştuk. Ona kitabımın pdf’sini yollamıştım. İki saat sonra beni arayıp kitabımla ilgili değerlendirme yapmıştı. Değerlendirmelerinin hatta eleştirilerinin yerinde olduğunu duyunca içimi bir sevinç kapladı. Benim şak şaklanmaya değil; ufkumun açılmasına, eksiklerimin giderilmesine ihtiyacım vardı. Edebiyattan anladığını düşündüğüm bu yazarla aynı şehirde yaşıyor olmak da ayriyeten bir şanstı. Ama yüz yüze de görmeliydim. Vakit kaybetmeden Ada’ya gidip kendisiyle de tanıştım. (Sakarya vilayetinde yedi sene ikamet eden biri olarak kendime verdiğim fahri hemşeri unvanıyla Sakarya’ya Adapazar hatta Ada deme hakkına sahibim, diye düşünüyorum.)
Fahri Tuna o zamana kadar tanıştığım insanlardan çok farklıydı. Adapazarı’nı gerek tarihi gerek sanatsal, kültürel pek çok yönüyle bana tanıtmaya gayret ediyor; hafızasına hayran bıraktırıyordu. Bir reklam var ya televizyonlarda bugünlerde oynayan: “Kesin bu işin içinde bir iş var.” sloganlı. Fahri Tuna ile tanışıklığımızın ilk aylarında onun için en çok içimden geçirdiğim cümle bu olmuştur sanırım: “Kesin bu işin içinde bir iş var.” Bir insan bu kadar çok insanı nasıl tanır, hadi tanıdı; portesini yazacak kadar hangi arada gözlem yapar? Bu kadar çok sayıda şehrin tarihsel gelişiminden tutun; sanatsal, siyasal, kültürel dokusuna nasıl vakıf olur? Diyelim bütün vaktini, enerjisini bu işlere ayırdı? Eee, atölyeleri kim yapıyor? Atölyelerdeki öğrencilerin isimlerini teker teker bilmeyi bırakın, çoluğundan çocuğundan nasıl haberdar? Erken yaşta da evlenmiş. İlgili bir eş, ilgili iki çocuk babası. Valla hala aklım almıyor. Kesin bu işin içinde bir iş var. Laf aramızda beynine bir çip, gözlerine de prompter taktırdığını düşünmüyor değilim.
Onun ilk okuduğum kitabı “Yaşa’yan Portreler”di ve bu kitabı okuduğum zaman ona şöyle bir eleştiride bulunmuştum: “Herkesin hep iyiliğini yazıyorsunuz. Söylesenize hiç mi kötü tarafları yok?” O da bana şu cevabı vermişti: “Elbette var ancak ben hep iyiliği, güzelliği ön plana çıkarmaktan yanayım. Kötü taraflarını görsem bile üzerinde durmanın bir fayda sağlamayacağını düşünüyorum.” Bu cevabının beni pek tatmin ettiğini söyleyemem. Biraz ütopik bulmuştum. Ancak geçen sene Karasu’da birlikte yürüttüğümüz atölye sayesinde onu daha yakından tanıma imkânı buldum. Ve bunun bir yazarlık stratejisi değil; karakteristik özelliği olduğunu fark ettim. Yaratılmış herkese ulu bir nazarla bakmayı şiar edinmiş bir gönülle karşılaştım. Elbette onun bu tavırları benim de kendimi sorgulayıp özüme farklı bir gözle bakmamı sağlamış olabilir. Ne kadar sağlamıştır, ondan kuşkuluyum. Ya da Fahri Tuna’nın bu yaklaşımı ne kadar doğru, ondan da… Ama yüklendiği misyon önemli: İyiliği fark etmek, kötülüğü görmezden gelmek…
Yaşa’yan Portreler’ini elime aldığımda bundan sonraki kitabında benim de portremi yazacağı aklıma gelmemişti. Benim için sürpriz oldu. Yine bir atölye akşamında portremi yazacağını söyledi. Şaşırdım. “Niye şaşırıyorsun?” dedi. “Portrenin yazılmasını fazlasıyla hak ediyorsun. Hem ayrıca şimdiye kadar benim portremi yaz diyen kimsenin portresini yazmadım.” diye ekledi. Fahri Tuna, çevresindekilere jest yapmayı sever, gönüllere dokunmayı. Onları yüreklendirmeyi… İçlerindeki potansiyeli fark etmelerini sağlar.
İşte şimdi Kırklanmış Portreler’i yanı başımda, evimin bir ferdi. Fahri Tuna Hoca’mın kitap isimlerini çok orijinal bulurum. Bu kitabında da bu geleneğini devam ettirmiş. Kırklanmış… Ne demeye gelir ki kırklanmak? Kırk gün mayalanmaya bırakılan çamur, sonunda Hz. Âdem’le vücut bulur. Üç tane kırk günlük periyoddan sonra (nutfe, aleka, mudga) ruh üflenir insana. Hz. Musa Tur Dağı’nda kırk gün kalır; Efendimize ilk vahiy kırk yaşında gelir. Manevi terakki için çilehanelerde kırk gün geçirir Tasavvuf erbabı. Kadın lohusalıktan kırk günde çıkar, bebeği de bu süre zarfında dünyaya adapte olur. Bir insanın hayatındaki dönüm noktasıdır kırk. Kemal yaşıdır. Milattır. Bakın sadece bir sözcükle ne kadar zengin çağrışımlar yaptırıyor bize bu güzel kitap ismi. Ulviyete, ünsiyete, kutsiyete çağrıldığımızı kitabın kapağına adeta bir davetiye gibi işlenmiş “Kırklanmış Portreler” adıyla hissediyoruz. Şimdi davetiyemizi açalım, bakalım. Neler neler varmış içinde, görelim.
Aralık 2022 başlarında Hece Yayınlarından çıkan, Eskader 2022 Yılı Portre Kitabı Ödülünü de alan ve iki ay bile olmadan ikinci baskısını yapan bu kitapta tam kırk üç isme yer verilmiş. Bunlardan yirmisi kadın. Yaş’ayan Portreler’de tek bir kadına yer vermemesi eleştirilmiş, bir okuru tarafından. Kendisi bunu bilinçli yapmadığını, bu eleştiri gelene kadar bu durumun farkında bile olmadığını söylüyor. Ama anlaşılan okurunu haklı bulmuş ki bu kitabının nerdeyse yarısını kadın portrelerine ayırmış. İşte eleştiri dediğin böyle olur; insanı çoğaltır, bereketlendirir. Kadınlar gibi… Kadınlar zaten Allah’ın yaratma sıfatını bedenlerinde taşır. Bir de buna yazınsal, sanatsal alandaki yaratıcılıklarını ekleyin nurun ala nur. Yazarlık atölyelerindeki katılımcılar daha çok kadın. Ama çoğu her nedense sonradan görünmez oluyorlar. Onların her konuda desteklenmesi gerekiyor. Edebiyat dünyasında tutunmak çok zor… Hele kadınsanız çok daha fazla… Bu sebeple Fahri Tuna’nın bu çabasını takdire şayan görüyorum. Neyse Yaşa’yan Portreler’deki açığını ben kapatayım da bu kitaptaki örneklendirmelerimi sadece kadın portrelerinden yapayım:
Alla Büyük: Sıcak ekmek gibi sözü, saf tertemiz kirlenmemiş özü, güven telkin eden yüzü var onun.
Ayşe Ünüvar: Aşk yolculuğundadır her dem. Hakikatin romancısı. Ne de olsa Gonyalı sahici kızı.
Leyla Şerif Emin: Üsküp’ten Türk dünyasına bir köprüdür Leyla. Türkçe köprüsüdür.
Sündüs Arslan Akça: Şiirimize düşen yakamozdur Sündüs Arslan Akça. Yastık altı hüzünlerin şairi en çok.
Zeynep Sati Yalçın: Sati, ışık saçan nur demek. Tam Zeynep’e uygun isim. İsabet etmiş anne babası, evet.
Sözcükler vefalıdır. Onlarla ne kadar hemdem olursanız, o derece size cömert davranırlar, hizmetinizi görürler. Fahri Tuna, yıllardır edebiyata gönül ve emek vermiş biri olarak artık bir söz üstadına dönüşmüş. Onları evirip çevirmedeki maharetine imrenmemek elde değil. Bu yana yatırdığı (italik) kelimeler, kelime grupları var ya. Çok amaçlı. Yazardan ödünçlediği bu parçayı (bazen yazarın/şairin kitabının adı, bazen karakteristik özelliği, bazen şiirinde/ öyküsünde/ metninde geçen bir ifade…) kendi cümlesinin içine öyle bir oturtur ki az sözle çok şey anlatabilmenin keyfiyetine varır. Bir taşla birçok kuş vuran, diğer deyişle tevriye sanatının imkânlarından faydalanan bir söz avcısıdır o. Bakınız, Kadir Korkut’un dizelerinden nasıl bir kırkyama (patchwork) battaniye örmüş bizlerin içini ısıtan:
“tek istediği, en çok istediği budur; kader zaten o nedenle onu köylere şair olarak atamış’tır, Şehir arkasından koşuyor’dur öte yandan: şehir ancak sümbül yağarsa kurtulabilir. Bu nedenle ondan ruhum: delik kefen çığlığı duyulur ta derinlerden.
Tuna, birçok portresini “her şair bir şiirse eğer, her şair bir dizeden ibaretse eğer…” ifadesini kullanarak bitirmiş ve kendince en sevdiği şiiri ve dizeyi alıntılamış. Bazısında da şairi en iyi yansıtan… Şeyh Galip merhumun ifadesi gibi “Çaldıysam miri malı çaldım” diyerek ben de bu taktiği uygulayayım ve beni en çok etkileyen halini, kendi cümlesiyle sizlerle de paylaşayım: “Kimsenin ben öldükten sonra arkamdan yemek vermesine gerek yok, siz masraf etmeyesiniz diye ben önden verdim.”
Ya işte öyledir Fahri Tuna… Ölmeden mevlidini okutan, bu bahaneyle bir köye yemek yediren adamdır.
Belki de “Ölmeden evvel ölünüz!” sırrına mazhar oluşudur bunu aklına düşüren. Kim bilir?
*: Küçürek öykü yazarı, Türk dili ve edebiyatı öğretmeni (Karasu/Sakarya).