Onun adını ilk kez 1979’da üniversite öğrencisiyken, bir üst sınıftan ağabeyimiz Veysel Karafilik’ten duymuştum; hiç de ilgimi ve sevgimi çekmemişti. ‘Gırıkgaleli Veysel’ ise bayılıyordu.
Kırkıma yaklaşıyordum, 1990’ların ikinci yarısıydı. Kanal7’de Orhan Hakalmaz, o duru sesi, edepli sıcak terbiyeli tavırları ile Anadolu’nun, yer yer Rumeli’nin hemen her yöresinden türküler okuyordu. Ve sık sık övgüyle, saygıyla, sevgiyle bir ‘koca usta’dan söz ediyordu: Neşet Ertaş’tan. Ve ondan türküler okuyordu.
İlgimi çekmeye başladı bunlar, sevgi mi de. Örneğin çocukluğumuzda aşina olduğumuz ‘Dane dane benleri var yüzünde’ türküsü de onunmuş, ‘Evvelim sen oldun ahirim sensin’ de. Yalınlığı, sadeliği, tumturaksızlığı sevmeye başlamıştım daha bir.
Ne diyordu Ertaş:
Datlı dile, güler yüze doyulur mu doyulur mu, canana kıyılır mı, Cananına gıyanlar Hakk’ın gulu sayılır mı
Tam kırk yaşımda bir karar verdim (demek ki bazı insanlar kırkında akil baliğ olabiliyorlar): Bu Neşet Ertaş’ı yakından tanıyacağım! Kimdi bu Neşet Ertaş?
Horasan’dan İç Anadolu bozkırlarına göçen Türkmen/Abdal obasından bir ‘garip’ olarak Kırşehir Çiçekdağı Kırtıllar Köyü’nde doğmuştu. ‘Bozkırın Ağıdı’ Muharrem Ertaş’tan olma, Döne Ana’dan doğmaydı. Herkesi anası emzirir, Küçük Neşet’i yokluk, kıtlık, garibanlık sarıp sarmalamıştı. Altı yaşından itibaren babasıyla beraber, Kırşehir, Kırıkkale, Yozgat, Niğde, Nevşehir, Kayseri’de düğün düğün, köy köy dolaşarak sekiz yıl süreyle saz çalmış, türkü söylemişti.
Doğru düzgün okula gitme fırsatı bulamayan Küçük Neşet, Muharrem Ertaş Enstitüsü’nden “pekiyi” ile mezundu bile; nitekim “Muharrem Usta, hemi babam hemi öğretmenimdi” diyecek, “bildiklerimin yüzde doksanı onundur” sözleriyle bunu teyit edecektir. Bağlama ve keman çalmayı da babasından “alacak”tır. Hacı Taşan da “saz kardeşi”dir; ikisi de Muharrem Ertaş’ın “rahle-i tedrisinde” yetişmişlerdir.
On dört yaşındayken İstanbul’a göçen Neşet Ertaş, 1957’de “Neden garip garip ötersin bülbül” adlı plağıyla bütün ülkeye “merhaba” demiş, iki yıl sonra da Ankara’ya yerleşmişti. İzmir Narlıdere’deki askerliğinden sonra, plak üstüne plak yapmış, konserlerle Türkiye’yi altı yedi kez dolaşmıştı.
Bu arada “alkole aşinalığından” elleri felç olmuştu; 1979’da Almanya’ya tedaviye gitmiş, iki yıllık tedaviden sonra artık “Almancı olmuştur”; müzik hayatına orada devam edecek, oradan tüm Türkiye’yi ayağa kaldıracak enfes türküler üretecektir:
“Tatlı dile güler yüze, doyulur mu doyulur mu?”, “Zahidem”, “Mapushanelere güneş doğmuyor?”, “Çiçekler ekiliyor”, “Gönül Dağı”, “Neredesin sen?”, “Evvelim sen oldun ahirim sensin”, “Kendim ettim kendim buldum”... daha onlarca türkü.
Garipti; “biz garibik, bizi hep garipler diye, abdallar diye aşağıladılar, küçümsediler, gariplik bana çocukluğumdan kaldı” diyecekti.
“Bozkırın Tezenesi; Neşet Ertaş’ adında enfes bir kitap hazırlayan ve destekleriyle ona daha bu dünyada “ba’sü bağdel-mevt” (ölümden sonra yeniden diriliş) yaşatan Bayram Bilge Tokel’e göre o, ‘ismi bağlama ile özdeşmiş ve adeta bu dünyaya türkü söylemek için gelmiş gerçek bir türkü ustası... Neşet Ertaş'ın sanatı; müziğin özünü, ruhunu kavrayan birinin, hiçbir yapmacıklığa tevessül etmeden, olduğu gibi kendini, kendi özünü ve hissettiklerini saza, söze dökmesidir.”
Mehmet Şeker kardeşime göreyse “Neşet Ertaş, tezenesini sazın teline vurduğu zaman devleşir. O “kara yüzlü” ufak tefek adam gider de ayağı yerde, başı göklerde bir heybetli adam gelir sahneye.”
Adapazarı Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanı’ydım, 2004’ten itibaren. Zaman zaman ‘halkın gerçek sanatçıları’yla halkımızı buluşturuyorduk. Genel sekreter yardımcımız Ömer Kahveci, Genel sekreterimiz Osman Kaya ile ‘bu kez kimi getirelim?’ sorusuna cevap ararken, Ömer Bey ‘Neşet Ertaş’ı getirelim’ dediğinde, çocuklar gibi sevindim. Hiçbir iletişim aracı kullanmayan (varsa da kimseye vermeyen) Neşet Usta’ya nasıl ulaşacaktık? O günlerde Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü, dost, ağabey, gönül adamı Bayram Bilge Tokel’e ulaştım. Bayram Ağbi her zamanki çelebiliği, hoşgörüsü ve yardımseverliğiyle ‘koca usta’yı ikna etti, 29 Ocak 2006 tarihinde halk konseri için anlaştık, sözleştik.
Öğleden sonra geldi salona Neşet Ertaş. Kara kuru, ufak tefek, şapkalı bir amca, babam yaşında. İç Anadolu aksanıyla konuşan ‘bu toprağın, sesi, yüzü’ bir amca. Sahne, salon, sandalyeler… Kontrol etti. Bir Check-Sound’a (ses kontrole) başladı ki, aman Allah’ım. Salonun köşelerinde adamlar gönderiyor, sağır noktaları buldurtup ses düzenciye giderttiriyor; inanılmaz hassas, inanılmaz titiz, inanılmaz dinleyicisine saygılı. Takipçi, inatçı, mükemmeliyetçi. Hilafsız söylüyorum; tam tamına bir saat kırk beş dakika sürdü ses kontrol. Sonra yemeğe geçtik Tunatan Restaurant’a. Sağ olsun Yeni Şafak’tan dostum Mehmet Şeker de katıldı; meğer o da müptelasıymış Neşet Usta’nın. Yemekteki sohbette bir kez daha gördük ki, ‘Koca Usta’ tam bir tevazu ve sayfı abidesi; gönül kibir, şan şöhret, gurur kibir, kapris hava; bu kelimeler yok lügatında…
Derken konser saati geldi; benim yüzümde güller açmaya başladı; Aman Allah’ım, o nedir öyle, iki bin kişilik salon tıklım tıklım doldu, merdivenlerle salonun zemini de doldu taştı. Bir altmış boyundaki ‘şapkalı kara adam’ anons edilip de göründüğünde, salon adeta alkıştan sevinçten mutluluktan yıkılıyordu: Ellerimi açıp, yüzümüzü kara çıkartmayan Rabb’ime sonsuz şükürler ettim!
Hiç konuşmadı kara adam, bağlamasını aldı eline, yoksa bağlaması mı onu aldı teline, tam anlayamadım; yumdu gözlerini, hiç konuşmadan, selam vermeden enfes dört türkü okudu; aslında o değil de dört türkü onu okudu adeta; sahnede o yoktu; saz, ses, görüntü yoktu; sadece ‘türkü’ vardı: Ahenk vardı, uyum vardı, Anadolu vardı; Türkü Baba vardı.
Konser su gibi, bal gibi, rüzgâr gibi akıp geçti…
Annemin, babaannemin, anneannemin diliyle; ‘Anadolu insanı’nın diliyle, su katılmamış bir Türkçe ile konuşuyordu, okuyordu Neşet Baba. Güzel demiyor ‘gözel’ diyor; gönül demiyor ‘göğül’ diyordu; kara demiyor ‘gara’ diyordu.
Garadır şu bahtım gara
Sözüm kar etmiyor yare
Yüreğimi yaktı nara (eyvah ey...)
Kendim ettim kendim buldum
Gül gibi sararıp soldum
Garip’ti, garibandı; yoksulun garibin çilekeşin tınısıydı, nefesiydi, sesiydi. Bin yıldır ‘merkez’den hak ettiğini alamamış; bolluk bereket zenginlik nedir bilmemiş; çorak bozkırlarda yarı aç yarı tok yaşamış, buna da isyan etmemiş; dik durmayı, garibanlığı onuru bilmiş bir ‘dilden/edepten/usulden’ okuyordu Neşet Baba.
İnsanların ırkına yahut makamına mevkiine, parasına puluna göre muamele görmesine adeta isyan ediyordu:
O ‘güzel bir medeniyet’in, ‘özel bir evlâdı’ydı. Ümmiydi evet, doğru dürüst formel bir eğitimi olmayabilirdi; ama gönlünde en az ‘bin yıllık bir miras’ı temellük ederek, çalıp söylüyordu, ta Horasan’dan gelen Türkmen dervişlerinin rüzgârı serinletiyordu yer yer dizelerini.
O sazını ‘gönülden’ çalıyor, eserlerini ‘gönülden’ yazıyor, türkülerini ‘gönülden’ okuyordu; zira o bir ‘Gönül Dağı’ydı; ‘gönül dağımız’dı bizim.
O ‘gönüller yapmaya’ geldim’ diyen Yunus Emre ile yoldaş, ‘kim olursan ol yine gel’ diyen Mevlana ile gönüldaş, ‘benim sadık yârim gara topraktır’ diye diye Anadolu’yu dolaşan Âşık Veysel’le ayaktaş, ‘lâmbada titreyen alev üşüyor / aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban’ diyen Abdurrahim Karakoç’la dildaş, ‘yiğit muhtaç olmuş kuru soğana’ diyen Âşık Mahzuni Şerif’le derttaştı…
Neşet Ertaş “bin yıllık Anadolu geleneği” olan ‘âşıklığın’ günümüzdeki en güçlü, en son ve en sahih temsilcisiydi.
Türkülerimizi ve gönüllerimizi – kendi tabiriyle- ‘havalandırmıştı’ bir ömür; ama kendisini ‘bir milim’ havalanmamıştı.
Harbiye Açıkhava Sahnesi’ndeki konserindeydik ailece, 2010 yazıydı. Beş bin kişilik konserde iğne atsan yere düşmeyecekti; Anadolu’nun sesi / kokusuyla İstanbul ‘buluşmuştu’ adeta. Belki de son konseriydi. Konser öncesi kuliste Bayram Bilge Ağbi’nin dalaleti ile görüşmüş, içinde onun da yer aldığı ‘Akşamın Aydınlığında Portreler’ kitabımı imzalayıp takdim etme imkânı bulmuş, hasret gidermiştik. Baktı, baktı, teşekkür sözü olarak, bin yılların mirası, adeta onunla özdeşleşen meşhur sözünü söyledi yine: ‘Fahri gardaş, ayağığın turabı, göğnüğün hızmatçısı oliyim!’
Ölümünün birinci yıldönümünde dönemin Kırşehir Valisi Özdemir Çakacak dostumun isteğiyle dört sanatçı (Bayram Bilge Tokel, Erol Parlak, Orhan Hakalmaz, Yıldız İbrahimova), on üç şair yazara (A.Ali Ural, Ahmet Güner Sayar, D. Mehmet Doğan, Fahri Tuna, Hüseyin Su, Hüseyin Su, Mehmet Nuri Yardım, Mehmet Şeker, Nurullah Genç, Sadık Yalsızuçanlar vesaire) Neşet Usta’yı yazdırttım; editörlüğünü de ben üstlendim kitabın. Sağlığında onun hayatını anlatan dört kitap yayımlanmıştı. Ölümünden sonra beşincisini hazırlamak bana, yayımlamak Kırşehir Valisi Özdemir Çakacak’a nasip olmuştu. Çok şükür.
Neşet Baba’nın sesinde bir “hüzün yumağı” olduğu doğruydu; onda sadece kendinin değil, bütün bir Anadolu’nun hüznü vardı.
Anadolu insanın, kitaplarda tanımı olmayan tasavvufî bir yönü olduğuna inanırız. Allah ü Âlem, bu veçhe, Neşet’de zuhur etmiş olmalı.
Türküleri sevdiren adamdı o. Türkülerle ‘bizi bize döndüren’ adamdı; ‘bizi bize hatırlatan’ adamdı.
‘Aslımıza döndüren’ adamdı o. Türkülerle yaptı bunu; bozlaklarla, aydostlarla…
Tezenesini ‘üç telli sazı’na değil, gönlümüzün tellerine vuran adamdı o.
Türkü Baba’sıydı hepimizin.
Özüyle, sözüyle, sazıyla Anadolu.
‘Gönül Dağı’ndan bizlere esinti, hüzün ve hikmetler taşıyan dosttu.
İrfan Medeniyetimizin güzide bir evladıydı o.
Bakmayan okuma yazması olmadığına. Hakkında yazılan dört kitabı da tek satır okuyamadığına.
Bizim medeniyetimizde profesördü o.
Ordünaryüsünden hem de.