Amasyalısınz. Kısaca neyi hatırlayalım Amasya ile?

İnsanın bir evrensel hikâyesi olan Ferhat ile Şirin‘i; insanlık tarihinin en büyük coğrafya bilgini olan Strabon’u; Hattat Hamdullah’ı, tarihimizin merkez şehirlerinden biri olduğu için de Şehzadeler Şehri’ni. İnsanın başlangıç hikâyesinin imgesi olan “elma”yı… Bendeniz Âdem’le Havva’nın Amasyalı olduklarını düşünüyorum zaten. Amasya kahramanlarımızın cennetten kovulduktan sonra kendilerini buldukları dünyadaki ilk arzdır da. Bunu Amasyalılar görebilseydi çok daha farklı değerlendirirlerdi şehri. Bilselerdi demiyorum, bilgi verileriyle yüzyıllardır orada. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, denir. Bendeniz de diyorum ki hiçbir somut görüngü de göründüğü yerde somut olarak görünmeyebilir.

Kısaca künye desem, şöyle şecereye doğru?

2.4.054, Taşova, Oba köyü (Yeşilyurt), baba Nusret, anne Zekiye (r.a). Ailemizin ilk lakabı Memişler, ikincisi / Hocalar. Bir tarafım Kafkas göçmeni benim, diğer tarafım Türkmen. Yörük yani. Babaanne tarafım Çerkez, anne tarafım ise Maraş (Andırın). Bizim Taşova’da annemin Oba’ya gelin geldiği Andıran diye bir köy var. Bu köy vaktiyle Andırın’dan gelme imiş. Bunu çok sonra öğrendim.

‘Uzun boyunuzu Çerkezlikten, dik duruşunuzu Yörüklüğünden almış alabilir misiniz?

Mümkin.

Edebiyatın sizdeki yeri?  

   Kendimi ve eşyayı tanımaya/keşfetmeye yönelik bir ayrıcalık kazandırması.

Sevdiğiniz yazarlardan size kalan miras?                                                                                                    

  Okumak, yazmak.

Niçin yazıyorsunuz?                                                                                                                                                            

Yazmasam “var” olamazdım sanki. Yazmak varoluşumun bir gereği yani. Öte yandan her eser okuyucuya gönderilmiş bir mektuptur. Öte yandan öyküleri yazdığımız her öyküde öykü poetikamızın uygulamada bir karşılığı da oluşuyor. Bu da öykü yazmamızı tetiklemiştir.

Temanızı karakterler mi yaşanmışlıklar mı belirliyor?                                                                                  

Her ikisi kadar iç yaşantılar da belirliyor. Karakter neyi nasıl yaşamışsa ve yaşayacaksa ya da muhayyilemde yaşanan her ne ise müdahale etmeden onlar üzerinden anlatıyorum.

Yazarken izlediğiniz bir yöntem, özel bir ritüel var mı?                                                                                    

Anekdotlar, simgeler, imgeler, kalbe doğuşlar (ilham), gözlemlerim üzerinde düşünür, demlendiririm.  Sonra kurgular ve yazarım.

Metafor deyince neyi anlamalıyız?                                                                                                                                           

Okurun etkin olmasını sağlayan ve metnin değerini yukarı çeken örtük anlatma biçimini. Metaforlar bazen metnin alımlanmasında bir zorluğa da sebep olabilir. Mesela ilgi gören ancak gördüğü ilgiyi daha çok metafordan aldığını düşündüğüm bizim Benim Oyuncaklarım adlı öyküde anlatılanın, insanın oyuncaklarla ilişkileri olduğunu düşünen okuyucu da oldu.  Bir şey diyemem.

Azazil’in Kapısında öyküsü de böyle bir algıya yol açtı yanılmıyorsam?

O öyküde ilgi gören hikâyelerden biri oldu. Fakat bazı okuyucular bana “Burada anlatılan kim?” diye sordular, cevap vermedim. Çünkü metinde, anlatılan kahramanın yazdığı ünlü şiirden bir dize var. O zaman bunun bana sorulması çok da uygun değil, biraz emek gerekir.

Sizin için “bilge yazar, kelime avcısı, kelime sihirbazı, öykünün hocası, Türk Edebiyatının Cengiz Aytmotov’u” gibi iltifatlarla karşılaştık. Nasıl karşılıyorsunuz bu iltifatları?                                                                                                                                                                             

  “Marifet iltifata tabidir” demiş eskiler. Okurun teveccühüdür. Her iltifat yazarı mutlu eder kuşkusuz ama burada tetik durmayı gerektiren bir nokta var: İltifat, yazarda bir karşılığı varsa değerlidir. Yazarda bir karşılığı bulunmayan iltifatlar köpüktür ve yazarı da ayartıp yoldan çıkarabilir.

"Öykünün hocası." Bunun karşılığı mesela çok somut. Sizin Genç Öykücüye Mektuplar adıyla çalışmalarınız olduğunu hep duyduk. Sonra oradan kitaplı öykücüler çıktı.                                                                                                                                

Bir maddi beklenti olmaksızın 'açık atölye' gibi çalıştı o sistem. İçlerinde sokakta görsem tanımadığım gençler vardı. Bu mektuplaşmalar, sosyal medya üzerinden yazışmalar şeklinde gerçekleşti. O mektuplar, Kurmaca’nın Dili isimli kitabımızda yer alacak.

Yoksulluk ve yoksunluk öykülerinizde nerede duruyor sizce?

Bunu benim belirlemem şık olmaz. Yazarlık sürecime döşenen ilk taşlar, hem yoksulluk hem yoksunluk rengindeydi. Bugün geriye dönüp baktığımda " iyi ki o muhteşem yoksulluğu ve yoksunluğu tatmışım" diyorum. Çünkü o yaşadıklarım olmasaydı bu eserler de olmazdı.

Kurmaca metinler dışında da eserleriniz var. Mesela Çöp Kovasındaki Resimler. Kitap okurunu bulabildi mi?                                                                                                                                                                                                                               

Çöp Kovasındaki Resimler, Avrupa’da öğretmen olarak bulunduğum yıllardaki gezi ve gözlemlerimi ihtiva ediyor. Bu kitap sıradan bir gezi kitabı değil, edebi bir metin olarak da değerli bulundu. Fakat alıcısını tam bulduğunu söyleyemem.

Türk öğretmenler mi, Türkiyeli öğretmenler mi? Türkiye Edebiyatı mı Türk Edebiyatı mı sorusu da tartışıldı bir ara.

O kitapta o zamanın şartlarında, nereden dilimize düştü bilmiyorum, Türkiyeli Öğretmenler ifadesini kullanmışım. O ifade ikinci baskıda derhal değiştirilecek: Türk Öğretmenler ve kesinlikle Türk Edebiyatı.

Metal Çubukların Dansı’ndaki güçlü karakter anneniz mi?

O öykünün(öyküdür hikâye değil) kahramanı bir yönüyle annemdir. Rahmetli annem (vf. Mayıs 2023) Alzheimer hastasıydı. 3,5 yıl yatalak kaldı. Onun bazı davranışlarını not almıştım. Sonradan onu öyküleştirdim.

Zongo’nun Değirmeni öyküsü adını nereden alıyor? Neden böyle bir tercihte bulundunuz ya da bu kahramanlar neden bu kitaba bir hikâye olarak girdi?”

Gerek 1915 olayları (ki hakkındaki hükmü tarihçiler verecektir, siyasetçiler değil), gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki mübadele, daha sonra 6-7 Eylül 1955’te Taksim’de ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde meydana gelen yağma olayları beni çok etkilemiştir. Bu olayların arkasında bıraktığı görünmeyen hikâyeler… Bu insanlar “millet-i sadıka” idi. Onların hikâyeleri anlatılmalıydı. Bendeniz, onlardan kalan çocukları tercih ettim.

Rum ve Ermenilerle birlikte yaşadık yüzyıllarca.                                                                                                                                                                  

 Hem de kardeş gibi… Ben bunların hikâyelerini dinledim. Sonra ne olduğu belli… Uluslararası güçler ülkemizi parçalamak için bu insanlardan çeteler oluşturdular. Sonrası malûm… Ama netice itibarıyla bu insanlar benim içimi hep burkmuştur. Çünkü 1.000.000 insan yerlerinden, yurtlarından edilmiştir. 500.000 Türk de Balkanlardaki yerlerinden ve yurtlarından edilmiştir. Bu insanlardan bazıları, daha doğrusu çocuk olanları evlât edinilmiştir. (Kahramanlarımız Zongo Rize’nin Güneysu ilçesine bağlı Ortaköy’de, Flora da Van’da evlat edinilmişlerdir.) Çok azı da “Burası bizim vatanımız” diyerek kendi isteğiyle kalmıştır.

Saliç adlı öykünüz kısa metraj filme de alındı. O öykünün arkasında ne var? Sinemaya ilginizin ardını ekleyeyim soruma?

O film ödül de aldı. İtalya'da ve Kazakistan'da özel gösterimi yapıldı. Saliç'in öyküsü Tokat'ın Dihoy köyünde yaşanmış. Bir arkadaşım anlatmıştı, etkileyici buldum ve o öykü çıktı ortaya. Sinema, hikâyenin görsel olanıdır. Oraya ilgimizin kaynağı bu.

Güneşin Doğduğu Yerde’nin ilginç bir kurgusu var. O hikâyeyi hangi etki tetikledi?

Osmanlı'da divan sahibi şairler, mutlaka bir naat yazmışlardır. Naat, sadece şiirin imkânlarını kullanarak mı yazılabilir? Ben şair değilim diye bu şereften neden mahrum edileyim diye düşündüm. Böylece bu hikâye doğdu. Yani Günesin Doğduğu Yerde isimli hikâyemiz bir bakıma mensur naattır.

Ayrıca; Eyüp’te Ensarî Hz’lerinin merkadlerini ziyaret etiğim bir gün, yüzyıllar önce dar zamanında altı aylığına ev tahsis edip ağırlayan kadim dostu ziyaret edenler arasında Hz. Peygamber’in de olabileceğini varsaydım.

Ebucehil Karpuzu romanınızın adı var kendisi yok Niye?

Hikâyesi uzun. Bizim teknik bir hatamızla ilgili durum. O yıl köye ev yaptırıyordum. Paraya ihtiyacım vardı. Romanı sattık 5 yıllığına. Bir hataydı. Romanı, edebiyat mahfilleri ve okuyucu ile karşılaştıracağız dediler ama sözlerinde durmadılar. Roman, Bahçelievler Belediyesi “15 Temmuz Roman Projesi"nde, jüri özel ödülüne layık görüldü. Jüri üyeleri de  (Durali Hoca dışında) emsallerim idi. Neresinden baksak romana karşı mahcubum; ama süresi biti, önümüzdeki aylarda yeni ve düzenlenmiş baskısıyla okuyucu ile buluşacak.

Bir Sepet Hayal son çıkan kitabınız. Çocuk kitabı gibi duruyor ama tam değil. Nedir Aslı?

Bir Sepet Hayal isimli kitabımız çocuk öyküsü değil çocukların öyküsü. Fark şu: genelde yazar bakışıyla değil, çocukların bakışıyla ve onların diliyle anlatılan, kahramanı, anlatıcıları çocuklar olan hikâyeler.

Bağımsızlık ve bağlantısızlık?                                                                                                                             

Bağımsızlık ve bağlantısızlık benim tabiatımda var. Risklerine rağmen memnunum. Çünkü bu tavır beni özgür ve özgün kılıyor.

Hikâyelerinizde neyi anlattığınızı düşünüyorsunuz ve onu yeterince anlattınız mı?

Buna okur ve eleştirmenler karar vermelidir. Şu kadarını söyleyeyim; “Hikâyelerimiz çoklukla gerçeklerden yontuldu, kurgulandı. Bazıları tümüyle muhayyilemde de kurgulanmış olsa bendeniz görmediğim, duymadığım, içselleştirmediğim yahut gözlemlemediğim hiçbir şeyi yazmadım. Bunu yazmak zordur. Çünkü gerçek insanı ayartır ve onunla iş görmek son derece risklidir. Riskli olanı seçtik.

Eleştirmen tarafınıza yönelik bir soru. Kendinizi ve öykülerinizi eleştirdiğiniz de oluyor mu?

Olmaz olur mi? Kendimi yerden yere vurduğum zamanlar olur. Öykülerimizle ilgili de… Mesela (veçhimi pâk eylemem, gerekirse) son öykü kitabımızda kitaba adını veren Bir Sepet Hayal adlı öykünün son bölümünde kahramanın babası ile evdeki iş ilişkilerine gerek yoktu Orası boş kalmalıydı. İkinci baskıda kaldırılacak.

Son olarak, hikâyeci misiniz, öykücü mü?                                                                                                               

Konu ile ilgili diyeceklerimi Bana Hikâye Anlat’ma adlı kitabımızda söyledim. Oraya müracaat edilmesini istirham ederim. Ama şu kadarını söyleyeyim: Her ikisi de;  çünkü bendeniz hem öykü yazdım hem hikâye. Hatta daha ileri giderek bir metinde hem öykünün fırsatlarını kullandım hem öykünün. Kabul gördü; fakat üstü örtülü tepki de gördüm. Bu şöyle oldu: Öyküde usta kimi yetkin yazarımız hikâye de yazdığım için, hikâyede usta kimi yetkin yazarımız da aynı gerekçeyle (öykü de yazdığımız için) bana mesafeli durdular. Canları sağ olsun…

(Çok ciddi sağlık sorunlarına rağmen bulduğu fırsatlarda sorularımızı cevaplandırma nezaketinde bulunan Recep Seyhan'a, söyleşiye ilk sorudan son soruya kadar katkı veren Şair Kadir Ünal ve Öykü yazarı Sevda Deniz K. kardeşlerime teşekkür ediyor, yazar büyüğümüze Rabbimizden acil şifalar niyaz ediyorum.)

30.09.2023