Dikensi sessizliklerin yazarı.
Başka bir gezegenin yazarı. Başka bir gezegenden yazıyor. Unuttuğumuz, dışladığımız, terk ettiğimiz bir gezegenden.
Görünmeyen bir el bilinmeyen bir yerden uzanıp yazıyorcasına müphem, belirsiz, duru, içe içleyici, bir o kadar da kışkırtıcı ve merak uyandırıcı yazar Toptaş.
Kör adımlarla yürüyen bir dünyaya aydınlık eserler armağan ediyor. Metropollere inat, vahşi Kapitalizme inat, çılgınca tüketime inat; eskiyi eskimeyeni eskimeyecek olanı; bu ülkeyi, bu dünyayı, bu gezegeni yazıyor, inatla.
Adını ilk kez bizim öykücü öğretmen Tuba Yavuz’dan işitmiştim. Yıllar önce. Bayılıyordu onun romanlarına. Hatta Hebasını o armağan etmişti bana, okuyun hocam, çok ama çok beğeneceksiniz vallahi sözleri eşliğinde. Sonra D. Mehmet Doğan ağabey müthiş bir kalem demişti geçenlerde onun için. Ihlamur’un vefalı yüreği Hakan Sarı, Toptaş Özel Sayısı yapıyoruz ağabey deyince, okumak ve yazmak şart oldu üstadı. Çok geç kalmışım okumakta, tanımakta, sevmekte diye diye okudum, itiraf ediyorum.
Egzotizm hâkim eserlerine öncelikle. Rönesans’ın soğuk yapay süslü egzotizmi değil ama. Denizli’nin, Çal’ın, bizim egzotizmimiz. Babadağ’ın yaprak hışırtısı onunki, Alplerin değil. İçtenliği, içimize işleyişi, içimize dokunuşu ondandır biraz da.
Yerli adam. Yerel değil ama. Yerli yani milli. Yani bizden. Sanki yazan konuşan anlatan o değil sizsiniz. Bizi yazıyor. Bizi hatırlatıyor. Bizi. Yani insanı. Yani özü. Kendimizi. Temel’in Türkçesiyle ‘ula insan olduğunuzu hatırlayun da!’ diyor adeta. Bizi yazıpduru anlayacağınız.
En belirgin özelliği anlatımındaki doğallık, yalınlık. Cemile’min gezdiği dağlar meşeli imanım / Cemile’m üç gün oldu ben bu derde düşeli türküsünden çıkıp gelen ılgıt ılgıt esen rüzgâr gibi, içimize işleye işleye yazıyor, serin, rahat, kuşatıcı. Toptaş’ın sözcükleri kâh Karacaoğlan’ın dizeleri kokuyor, kâh Neşet Ertaş’ın bozlakları. Ah yalan dünya çalıyor uzak bir yerlerde sanki onun kitaplarını okurken siz. Bazen Özay Gönlüm Ninesinin mektubunu okuyor gibi televizyonda, o içine şeker katılmış narenciye sesiyle amaninnn guzum diyor adeta.
Doğacı yazar. Sözde değil ama, essahtan. Birçokları gibi doğaya dışarıdan değil içeriden bakıyor toptaş. Bakmıyor, yaşıyor adeta. Yaşatıyor da: … mor başlı dikenler/ büyükçe meşenin gölgesi / yaprak hışırtıları / otları defalarca okşadı / kavakların kül rengi uçları / karakalemle çizilmiş gibi duran çok uzaklardaki tepelerle dağlar / yapraklarla kaplı patikaları / kızılçamların kalın uğultuları / kör adımlarla yürüyordu yaprak yaprak titreşen bu karanlığın içinde.
Anayolcu değil, patikacı yazar. Kenarda köşede kalmış, kimselerin şefaat etmediği güzellikleri seriyor gözlerimizin önüne. O nedenle olmalı, anamalcı da olmadı hiç, popülist de.
Ocu, bucu şucu yazar. Sahiden ama. Her cümlesinde ya o var, ya bu var ya şu. Bir sayfasında en az on tane o, bu, şu yoksa, ben yazmayı bırakıyorum. Ama bu durum onda sırıtmıyor. Aksine, Türkan Şoray ablamızın yüzündeki beni misali, o bu şu Hasan Ali Toptaş’a zenginlik katıyor.
Da’ları da meşhurdur üstadımızın: ‘… sesi de olmaz’, ‘.. kütlesine doğru da dönüp’, ‘… hışımla onlara da …’, ‘… yaratmış da bu boşluk’, ‘… görünce de her defasında’, ‘Hizmetçi de…’, ‘Annem de’; çok sık değil, iki bilemediniz üç cümlesinden birinde mutlaka de, da bulunur Hasan Ali Toptaş eserlerinde.
Bir de şu an düşkünü Toptaş. Her paragrafında en az iki şu an bulunmaktadır, bazen üç, hatta dört kez bile. Gelgelelimi en zarif kullananlardan. Kutluyoruz.
Yazar okullarında biz gençlere ‘aman yedi sekiz kelimeyi geçen cümleler kurmayın’ diye tembih ederiz. Ve ekleriz: ‘Ustalaşınca kullanırsınız.’ Yalanım yok ‘Beylerin tahtını çöpe atan adam; Köroğlu’ yazımda elli beş kelimelik bir cümlem vardır, noktalı virgül, iki nokta üst üstelerle örülü. Öykücü Abdullah Harmancı’da tek paragraflık, seksen beş kelimelik nefis bir cümleye rastladım ben. Benim şahit olduğum rekor Abdullah’ta şimdilik. Hasan Ali Toptaş’ta da altmış iki kelimelik harika bir cümleye rast geldim ben: Bir de, egzoz dumanına batmış diye başlayan, hep birlikte şehrin ve zamanın görünmeyen bir noktasından şakır şakır havalanıyor diye devam eden ve … yine kokuların arasına dönüyorlardı. Diye biten bir cümleydi bu.
Zaten Toptaş’ın paragrafları upuzun; anlatıcı bir başlıyor, - heyecanlı bir futbol maçı gibi - sayfalar nasıl ilerliyor anlamıyorsunuz; yalın olduğu kadar da insanın içine içine derinleşen, ılgıt ılgıt serinleten bir üslup. Aaa, o da ne, bir de bakmışsınız öykü yahut roman bitivermiş gitmiş…
Günlük, sıradan, alelade bir anahtar teslimini size bir film tadında, bir film uzunluğunda, bir film heyecanında anlatabilir Toptaş. Anlatıyor da zaten. Ama gelgitlerle. Ama içiçeliklerle. Ama bulanıklarla. Kâh bu gezegende kâh başka dünyalarda çekile çekile film. Arada aynı platoda buluşuyorlarmışcasına. Müphemiyet Kumkuması sanki filminin adı.
Toptaş’ın Heba romanını okurken, saymadım kaç kez içimden, bu kitabın adı Bunaltı olmalıymış zahir diye geçirdim. Harbiden.
Müthiş betimlemelerle ışıtıyor kalbinizi, tatlandırıyor dimağınızı, ısıtıyor gönlünüzü Toptaş: … nezih semtleri ve çamurlu bir bulut sürüsü gibi tepeleri aşıp giden uzak gecekondularıyla… / … heybetli bir hareketsizliğe… / bir çift kırmızı gül yaprağına benzeyen ağzı… / Hizmetçi keklik gibi seke seke gidip… / Binnaz Hanım o sırada fincanı tepsiden değil, uzanıp onun bakışlarının içinden alıyormuş gibi oldu. / Zaman sigara dumanıymış da Binnaz Hanım’ın ağzından tütüyormuş gibi… / … üzüm kurusuna benzeyen o küçücük gözleriyle… / … ve birdenbire duman kütlesinin içinden salona doğru tuhaf bir sessizlik yayıldı. / … yoksul bir dağınıklığın içinde yüzen.
Bir yazar hislerinin ne kadarını kelimelere dökebilir acaba? Yüzde elli mi, yetmiş mi, seksen mi? Edebiyat dediğimiz şey, eser denilen unsur, kalbimizin kaçta kaçını deşifre edebilmiştir, bütün ustalığa ve uğraşmalara değin? Bunu da irdeliyor Toptaş, Binnaz Hanım’a söyleterek: Kelimelerin kudreti içimi göstermeye yeter mi? Yeter mi sizce?
Tezat, mübalağa, ironi sanatlarını ustalıkla kullanıyor yazarımız.
Sabır heykelidir de Toptaş. Vefa, saygı, edep heykelidir: İmza günlerinde tüm okurlarına saatlerce imzalar kitaplarını. Hem de inci gibi yazısıyla, uzun uzun mültefit cümleler kurarak. (Bir gün belki kitaplarını imzalarken yazdıkları da toplanıp kitaplaştırılabilir. Ne de güzel olur, mesela.)
En sevdiği cevabı: Bilmiyorum. Yaşıyor yazarken.
Toptaş’a yapıştırılan bir yafta var: Postmodern romancı. İyi de hangi postmodernci onun kadar yerli, onu kadar köyü, kasabayı, doğayı da konu ediniyor. Postmodernötesi bir yazar o demek daha doğru olabilir Toptaş’ımız için.
Özgün romancı. Bir tek kendi kendine benziyor. Başka kimseye asla. Öyle bir derdi de hiç olmadı, olmaz, olmayacak. Sezgilerimle yazıyorum ben diyor zaten.
İçimizin gezegeninden bizlere, türlü türlü keşifler yaptıran yazarımız o bizim.
Hüzünbaz romancı. Hüzünlerden bin lezzet alan, hüzünlerden bin lezzet veren, hüzünleri bin kez sevdiren romancı.
Bin hüzünlü romancı. Bin bir hüzünlü hatta.
Hay bin yaşayasın sen Hasan Ali Toptaş.