‘ENİŞTE, AKHİSAR BEREKETLİ ŞEHİR, GELİN YERLEŞİN ORAYA’ DİYOR’
Zarif Usta dalıp gitmişti yine. Uzaklara, çok uzaklara. Doksan yıl, yüz yıl kadar gerilere…
Ayşe kalktı, kavun kesti getirdi. Devam etti Zarif Usta anlatmaya:
“- Cavit Ağabey gittikten sonra dedem, babam, Musa ve İsa Amcalarım birlikte Karşıyaka’ya dolaşmaya giderler. Şöyle bir etrafı görmek, tanımak isterler. Yapılacak bir iş düşünürler. Döndüklerinde ‘biz buraya alışamayız’ demeye başlamışlar.
Geldiklerinin üzerinden yaklaşık kırk gün geçmiştir. Dedemlerin İzmir’e geldiğini, aynı gemide gelip de Akhisar’a göçen bir aileden öğrenen babaannemin kardeşi İsmail Dayım, onca yıllık ayrılıktan sonra onları görüp hasret gidermek ister. Çünkü o, yıllar önce Kıratova’dan göçüp Akhisar’a yerleşenlerdendir. Rukiye Ablasını, yeğenlerini görmek istemesi gayet normal. Hemen at arabasını koşarak yola düşer.
İzmir’e gelince Gümrükçü Cavit Ağabeyi bulur ve dedemlerin nerede olduklarını öğrenip yerlerini bulması zor olmaz. Kavuşmaları, hasret gidermeleri anlatılacak gibi değildir. Rukiye Babaannem oğlan kardeşinden, yani Kıratova’dan askerliği İzmir’e çıkan bu dayımızdan bir daha haber bile almamıştır. Büyük oranda ondan umutlar kesilmişken birden kavuşmaları tarif edilemez bir sevince sebep olur. Ortalık bayram yerine döner.”
Kavunundan birkaç parça daha alır Zarif Usta. Kavun da anlattığı kavuşma ve sevinç sahnesi kadar tatlıdır sanki. Keyiflenir. Balköpüğü ela gözlerinde ve neşelenen sesinde şimdi umut ve mutluluk okunur.
Anlatmaya devam eder onları can kulağıyla dinleyen eşi, kızı, damadı ve iki torununa:
“- Burada İsmail Dayı’mdan biraz söz etmek istiyorum. Askerliği jandarma olarak yapan İsmail Çavuş’u Çakırcalı Mehmet Efe’nin takibine giden müfrezeye vermişler. O zamanlar dağlarda dolaşan çetelerin çok olduğu dönemdir. İsmail Çavuş, askerliğinin önemli bölümünü dağlarda eşkıya takibinde geçiren biriymiş. Birinci Dünya Savaşı’nda yani bin dokuz yüz on dört ile on sekiz arası dört yıl değişik cephelerde savaşmış. Sonra da İstiklal Savaşı sırasında Kuvayı Milliye’ye katılmış biri. Bir grup arkadaşıyla beraber Çerkez Ethem Kuvvetlerine yani Milli Ordu’ya katılmış, Atatürk’ün emrine girmiş. Vatanımızın Yunan işgalinden kurtulması için savaşmış bir kahramandı İsmail Dayım.
Velhasıl hayatı macera olan birisi büyük dayımız İsmail Çavuş. Akhisar’a yerleşmiş savaş sonrası. Balkan’dan Akhisar’a göç eden bir alenin kızı olan Hatice Yengemle evlenmiş. Emine, Rahmi ve İbrahim isminde üç çocuğu olmuş. Emine Halamın oğlu Erdoğan Ağbim İzmir’de Karşıyaka’da yaşadı vefat etti. Emine Halamın kızı Güner Almanya’da yaşıyor. Mehmet Amcamın kızı Nurten Ablama gelir gider. Rahmi Sızan İzmir’de Karşıyaka’da yaşıyordu. Oğlu Adnan var, iki de kızı var. İbrahim Sızan ise Akhisar Hacı İshak Mahallesi’nde yaşadı, rahmetli şimdi. Çocukları Ziya ve İsmail sağlar. Akhisar’dalar.
Tabii yıllar yılı birbirini görmeyen babaannem ve dayımın hasret gidermeleri bayağı sürmüş.
Nihayet dayım dedeme:
“- Enişte, burada ne yapacaksınız siz. Burada bırak insanı, şeytan bile yok. Gidelim Akhisar’a. Akhisar Ovası çok bereketli. İş çok orada. Tütüncülük yaparsınız meselâ. Yerleşin Akhisar’a. Biz de oradayız; size yardım ederiz. Geçinip gidersiniz” demiş.
Rukiye Babaannem de kardeşinin yanında olacağını düşünerek:
“- Hadi bey, biz de gidelim, hasret canıma yetti” demiş.
Dedem de şöyle düşünmüş:
“- Nasıl olsa burada geçici durup memlekete Üsküp’e döneceğiz. Ha burada ha orada, ha İzmir’de ha Akhisar’da. Fark etmez, gidelim bari İsmail ile…”
O akşam bizimkilerde kalmış İsmail Dayı. Ne muhabbet ne muhabbet. Kıratova’yı konuşmuşlar, Vardar Ovası’nı konuşmuşlar, Üsküp’ü konuşmuşlar. Taşköprü’yü, kaleyi, Mustafa Paşa Camii’ni konuşmuşlar. Tarihi çarşıları Kapan Han’ı Sulu Han’ı konuşmuşlar. Murat Paşa’da ikindiyi Yahya Paşa’da akşamı, Muradiye’de yatsıyı eda etmişler. Rıfai Tekkesi’nde dervilere ‘huuu’ demişler, Tefeyyüz Mektebi öğrencilerine göz kırpmışlar, Saat Kulesi’ne el sallamışlar. Sultan Murat Camiine bakıp hem buraları fetheden Sultan Murad Hüdavendigar’ın hem da her Osmanlı şehrini saat kuleleriyle donatan Sultan İkinci Abdülhamit’in ruhuna Fatihalar göndermişler. Tanıdıklardan kimler evlendi kimler vefat etti kimler ne iş tuttu; bir bir konuşmuşlar o gece.
Ertesi gün eşyalarını arabaya yükleyip Cavit Ağabeye söylemeye bile lüzum görmeden yola çıkmışlar: İstikamet Akhisar.
İşte Süzgün Ailesin kaderinin çizildiği gün o gündür.”
Çocukların uykusu gelmişti. Günün yorgunluğu çökmüştü yavaş yavaş üzerlerine. Fikret Hanım:
“- Zarifciğim, bu akşam da burada bırakalım mı. Hazır Akhisar’a kadar geldi olaylar. Mutlu bir noktaya vardılar. Çocuklar dinlensinler. Yarın akşam Akhisar’dan devam edersin…” dedi.
Zarif Usta her zamanki zarafetiyle:
“- Ne demek Fikret. Elli bir senedir kırdım mı seni, bu akşam kırayım. Haklısın. Ayşe, Fatih, hadi torunlarımı alın kucağınıza, geçin evinize. Allah rahatlık versin hepinize…”
Yatsıları eda ettiler karı koca.
Kıbleye dönmüşlerdi ama sanki Akhisar’dan değil de Üsküp Kalesi’nin dibindeki Mustafa Paşa Camii’nden. Kıblelerindeki Vodna Dağını aşıp ta Kâbe’ye yönelmişlerdi.
Huzurla kıldılar. Sonra da bismillah deyip yatak odasına geçtiler. Ayetel Kürsi’yi okuyup rüyalar âlemine doğru yola çıktılar.
…
Akhisar Bir Güzel Ova, Bir Tarihi Şehir; Sendeyiz Şimdi
Akşamın huzuru ve bereketiyle yemek yenilmiş dualar edilmiş sofra kaldırılmıştır. Fikret Hanım:
“- Bey, torunlara bu akşam da ikramlar benden. Hep sen getiriyorsun. Sıra benim bu akşam. Sen Akhisar Günlerini anlat, ben de Rumeli tatlısı Kaymakçina ikram edeyim çocuklarımıza…”
Öyle de yaptı. Ayşe:
“- Baba, ne aile hikâyesiymiş bizimkisi ama. Film desen film değil, tarih desen tarih değil. Dram sevinç hüzün iç içe. Hepsi bir yerde.” Fatih:
“- Evet Ayşeciğim. Kitap olurmuş valla büyüklerimizin başına gelenler. “
Zarif Usta bilgece gülümsedi.
“- Nasip her şey. Bakarsınız günü gelir o da olur. Her şeyi Allah nasip eder. Biz ondan dileyelim gerisini de O’na bırakalım.”
Balkan göçleriyle oluştuğu için lokantalarında pastanelerinde dondurmacılarında hep Balkan yemekleri Balkan lezzetleri Balkan esintileri vardı Akhisar’ın. Evlerin çoğunda Balkan mutfağı hâkimdi. Fikret Hanım’ın pişirdiği yemeklerin yaptığı tatlıların da çoğu öyleydi.
Yine döktürmüştü. Kaymakçina değil de baklavaydı sanki. Bal akıyor ağızda eriyordu ısırır ısırmaz.
Zarif Usta tekrar hikâyeye döndü:
“- Nerede kalmıştık dün akşam bakalım?”
Biliyordu adı gibi nerede kaldığını eski kurt. Taktik icabı şakacıktan soruyordu. Bakalım hatırlayacaklar mıydı. Damat Fatih hemencecik atıldı:
“- Akhisar’a geliyordu Zarif Dedemiz ailesiyle. İsmail Dayı getiriyordu at arabasıyla kafileyi…”
Gülümsedi Zarif Usta. Hep böyle yapardı. Bilir ama bilmezden gelirdi. Küçük, cevabını bildikleri sorular sorar, hem karşısındakilere bilme mutluluğunu tattırır hem de istediği konuyu gündemde tutmayı başarırdı. Başladı anlatmaya:
“- Akhisar İstiklâl Harbi’nde Yunanlılar tarafından yakılmadığı için 1924 yılında hakikaten hareketli bir şehirdir. Rumların birçoğu mübadele ile gitmiş, yerine Yunanistan’dan yani Selanik’ten Drama’dan Serez’den Vodina’dan Karacaova’dan Kılkış’tan birçok aile gelmiş. Onlara, bıraktığı evlerin barkların malların karşılığı olarak buradaki kalan Rum malları verilmiş. Dolayısı ile hemen herkes iş sahibi olmuş. Fakat dedemlerin durumu farklı. Kaçak geldikleri için elindeki bir miktar paradan başka hiçbir güvencesi yok. Dedemin sanatı askerlik, sınıfı o zamanki adı ile lağımcı, yani istihkâm. Uzmanlığı su yolu ve kanal yapmak. O nedenle dedemin lakabı Suyolcu Zarif Çavuş. Onu da Kıratova Belediyesi’nde maaş ve ücret almadan yaptığı için para kazanılacak bir iş olarak görmemiştir.” Ayşe:
“- Peki babacığım; dedemler ne iş tutmuşlar geldiklerinde?”
Zarif Usta derin bir nefes daha aldı. Bir parça kaymakçina daha attı ağzına, çiğnedi yuttu. Üzerine üç yudum da su içti. Belli ki zor günler geçirmişlerdi aile ilk geldiklerinde. Yüz ifadesinden az çok anlaşılıyordu Zarif Usta’nın. Devam etti:
“- Bizimkiler Akhisar’a geldikleri zaman tütün fidelerinin hazırlandığı Mart ayıdır. Dayımın Hashoca Mahallesi 106. Sokak 4 nolu evine gelirler, Eşyalarını bahçenin bir köşesine yığarlar. Ev üç oda bir de üstü örtülü önü açık sundurma, büyük olmayan bir bahçeden ibaret. Sonraları bu evi Mehmet Amcam alıp restore edip senelerce oturmuştu. Oradan iyi biliyorum evi.
Evde İsmail Dayım, eşi Hatice Yengem, yengemin kardeşleri Asiye ve Ziya, dayımın kayınvalidesi Gülsüm Nine, dayımın çocukları Emine, Rahmi, İbrahim… Sekiz kişi, on kişi de bizimkiler! Ne yatacak yer ne de sofrada yer; işte böyle bir eziyet.
Dedem bakmış olmayacak. ‘Bu böyle olmaz’ deyip, hemen arka sokakta 91. sokak 54 nolu evi kiralamış, aylığı 10 liradan. Sahibi dedeme:
“- 100 lira ver, evi sana satayım Suyolcu Zarif” deyince, dedem:
“- Ben burada evi ne yapayım, ben kalıcı değilim; ilk fırsatta belki yarın memleketime Üsküp’e döneceğim” demiş.
Havalar ısınmış, tütün dikimi zamanları yaklaştıkça herkes işine gücüne bakarken dedem sık sık kayınçosuna:
“- İsmail, ne olacak bizim durumumuz, ne yapacağız biz?” deyince, dayım da:
“- Enişte size bir tarla tutalım, tütün ekin. Biz size yardım ederiz” diyerek razı eder.
O güne kadar kendi tarlalarında bile çalışmamışlar, Makedonlar askere alınmadıkları için, sanatı olmayanlar büyük toprak sahiplerinin tarlalarında yarıcı olarak çalıştıkları ve yaşamların öyle sürdüğü bir sistemden gelmişler. Rukiye Babaannem sadece mutfakta ömrünü geçirmiş. Gerçek bir hanımefendi imiş. Kendisinden sonra bahsedeceğim.
Dedemlerin bir sıkıntısı da kimlik mevzuu; kaçak geldikleri için nüfus kâğıtları da yok. Büyük amcam bankaya bir kredi almaya gitse kayıtlı değiller buraya, kaçak. Haydi bakalım, para ver bakalım nüfus kâğıdı çıkartalım.
Akhisar’dan çıkartamamışlar, kaçak geldikleri için. Hadi bir gitmiş Turgutlu’ya, bir gitmiş Salihli’ye, bir gitmiş Ödemiş’e, bir gitmiş İzmir’e… Hem de birazda büyük amcam rahmetli maceraperest bir adamdı. Böyle, severdi yaşamasını falan. Gidiyor, İzmir’de geziyor geziyor harcıyor paraları, bir geliyor olmadı yapamadık alamadık, yok.
En sonunda Turgutlu’ya gidiyorlar. Turgutlu’da Yunanlar kaçarken Hükümet Binasını yakmışlar. Orada Hükümet Binası yandığı için nüfus dairesi falan da yanmış. Orada hemen bir kâğıt yaptırıyormuşsun muhtardan, bu burada oturuyordu diye. Rüşvet de veriyorsun biraz. Hemen nüfusunu alıyorsun kaydettiriyorsun orada. Yalan beyanla tabii. Çünkü hepsi yanmış kütüklerin, o eve kayıt etmişler, tabii bizim kaydımız daha orada. Kütüğümüz bizim ta Turgutlu’da. Çok uğraştım, 1988 senesinde babam vefat ettikten sonra veraset ilamı çıkartırken aldırdım Akhisar’a. Kütüklerden çıkardılar, arşivlerden zor buldular.
Ne acıdır ki özbeöz Türk olan büyüklerimiz, ana vatanlarında aylarca uğraştıktan sonra 0 da ancak rüşvetle nüfus kâğıdı çıkarabilmişler. Dönmüşler kiraladıkları tarlada tütün işine…”
Fikret Hanım duvardaki radyonun düğmesine dokundu. İçli bir türkü sesi doldu odaya:
Vardar Ovası Vardar Ovası / Kazanamadık sıla parası…
“- Rahmetli babacığımın sık sık dinlediği türkü buydu…” dedi Zarif Usta. Gözleri yaşararak dinlediler bu gurbet kokulu Üsküp türküsünü.