Yaşım altmışa geldiği şu günlerde, iyice emin oldum ki, dünya iki kavram üzerinde ayakta duruyor: Adalet ve iyilik.
Ve eskiden biri kızını nişanladı mı, şöyle sorarlardı: Damat kimlerdenmiş? (Ya da kız kimlerdenmiş?) Aile çok önemliydi eskiden. Aile, yani genetik ve aile terbiyesi.
Şimdilerde gençler dağda taşta (siz bunu kafede barda anlayın) kendileri buluyor, âşık olup üç günde evleniyor, beş günde boşanıyorlar. Sonra da hep aynı feryat figan: Ailesi bozukmuş kardeşim onun. Evlenmeden de bozuktu kardeşim, bakmayı akıl etmedin ki hiç. Uyaranlara da kızdın üstelik.
Netice: İyi insan olmak, eğitim ve varlıklı olmakla değil, iyi bir genetiğe sahip olmakla mümkün.
Neden mi anlattım bütün bunları? Açıklayım, izninizle:
Babasınız (yahut annesiniz.) Evlilik yaşında bir kızınız var. Göz bebeğiniz, prensesiniz, el bebek gül bebek büyüttüğünüz, uğruna canınızı vereceğinizi söylediğiniz kızınız bir gün seninle bir şey konuşmak istiyorum babacığım diyerek sizi karşısına oturtuyor: “İsmail adında birini seviyorum, izin verirsen onunla da evlenmek, yurt yuva kurmak, sana torunlar vermek istiyorum?”
Ömrünce hiç kırmadığınız, okulda sokakta çarşıda yüzünüzü hiç kara çıkartmamış evladınıza “Hayırlı olsun kızım” demekten başka diyeceğiniz ne var. Öyle de yapıyorsunuz…
Yüzünde gülücükler açıyor kızınızın. Mutlu. O mutlu diye siz de mutlusunuz. Ama evlilik bu. Bin bilinmeyenli denklem. İhtimal hesapları yetmez onu açıklamaya. İçinizde soru işaretleri rock n roll tarzı şarkılar söylüyor. Pek belli etmiyorsunuz ama. Dualar ediyorsunuz sessizce.
O da ne; kızınızın yüzünde de soru işaretleri dolaşıyor. Endişeniz artıyor şimdi. Evladınız ıgık mıgık bir şeyler geveliyor. Belli ki bir soru/sorun var. “Her şeyi bilmek istiyorum kızım. Açık ol bana. Her şeyi söyle lütfen” diyorsunuz. Hafif kekeleyerek anlatmaya başlıyor kızınız, dakikada üç beş kelime ancak söyleyebilerek, gözlerini senden kaçırarak:
“- Ama… İsss maa illl, daa haa önce biii rrr defff aaa evvvleee nippp boşşaaan mışşş. Beeeş yaşşşın daaa da Emm rrreee adddıııındaaa biirr çoc cuuu ğuuu vvvarrrr mışşşş..”
(Burada ara ver okumaya ey okur. (Annesin veya babasın fark etmez.) Başını kaldır lütfen ve kendi kendine sor. Bunu yaşayanın sen olduğunu var say, kızın sana söylüyor bunları, anla. Ne dersin tam burada? ‘Olsun, ne mahsuru var’ mı dersin, yoksa ‘vaz geç bu sevdadan’ mı?)
Yüz Türk erkeğinin yahut yüz Türk kadınının kaçı burada ‘olabilir, benim için mahsuru yok’ diyebilir? Yüzde on? Yüzde beş? Yüzde iki? Yüzde bir? Cevabınız herhalde yüzde 5 veya daha düşük ihtimaller değil mi? (Nereden mi biliyorum, kendimden elbette.)
Burada konuya giriyorum artık: Gözünün nuru kızına, - filmin tam burasında - ‘Benim için mahsuru yok ama, ancak bir şartla evet diyebilirim evladım: Emre’yi kendi öz çocuklarından ayırt etmeme sözü verirsen. Yoksa sana babalık hakkımı helal etmem’ diyen bir babayiğit tanıyorum ben: Sacit Toğuş.
Dünürlüğe gittik sonra, istedik verdiler. (İsmail benim kayınbiraderim bu arada, o nedenle biliyorum bu kadar detayı.) 1 Nisan 2007’deki bir düğünle de evlendirdik İsmail oğlu İsmail ile Sacit kızı Burcu’yu.
İsmail ile Burcu’nun Kayra adlı zeki mi zeki, akıllı mı akıllı, merhametli mi merhametli bir oğulları oldu, sonra da halasına (eşime) benzettikleri Zeynep adlı bir prensesleri.
Durun hikâyemiz bitmedi, daha yeni başlıyor: Sacit Ağbi, kızı Burcu’dan olan iki torunu Kayra ile Zeynep’in üzerine ne kadar titrediyse, en az onlar kadar da damadı İsmail’in ilk eşi Melek’ten olan Emre’nin üzerine titredi. Öz torunlarından çok onunla ilgilendi, öz torunlarından çok ona sevgi saygı şefkat gösterdi, harçlık verdi.
Kızının, eşinin ilk eşinden olan üvey oğlunu, öz torunlarından ayırmayacak, hatta daha çok alaka gösterecek, maddi manevi sahip çıkacak kaç dede vardır Türkiye’mizde? On üç yıldır sık sık Emre’yi evine davet edecek, bir şeyler ikram edecek, çaktırmadan cebine harçlık sokacak kaç dede çıkar. Yüz dededen kaçı Sacit Ağbi gibidir? Üç, beş… ancak! Çıkmaz bile.
Hikâyemiz daha da bitmedi: İsmail’in ilk eşi Melek. Yani ayrıldığı eşi, Emre’nin annesi. Kirada oturuyor, işsiz, rahmetli babasından aldığı maaşla oğlu Emre’yi büyüten fedakâr bir anne, Anadolu kadını. Vefatından sonra öğreniyoruz ki Sacit Toğuş, damadının boşandığı eşi Melek’e de el tutan, şefkat eli uzatan biri. Bunu yapabilecek kaç Türk erkeği var Allah aşkına? Samimi olarak söyleyin lütfen.
Büyük kızı (bizim gelin) Burcu, babasının vefatını Facebook’tan duyurunca, bir iki saat sonra bir telefon geliyor. Amerika Miami’den, ‘Adım Ahmet. Mersinliyim. Sakarya Üniversitesi mezunuyum. Miami’de bir otelde çalışıyorum. Yıllar önce öğrenciyken babanız Sacit Amca ile komşuyduk. Yoksul bir ailenin çocuğuyum ben. Sacit Amca’nın katkıları olmasa okuyamaz, okulumu bitiremezdim. O kadar emeği ve hakkı çok ki üzerimde’ deyip ağlamaklı bir sesle başsağlığı diliyor.
Bunlar bizim bildiklerimiz duyduklarımız.
Peki kimdi bu Sacit Toğuş? Geçenlerde (1 Haziran 2020 Pazartesi) ötelere uğurladığımız altmış beş yaşındaki ağabeyimizdi o yiğit ses. İnsan evladı. Adam gibi adam.
Bulgaristan Varna/Şumnu arası Prvadi yerleşimine bağlı İspiril’den Adapazarı’na göçen İsmail Bey ile Cemile Hanım’ın ikisi kız biri oğlan olmak üzere üç çocuğundan biriydi. Adapazarı merkez Pabuççular semtinde Kavaklı Camii yakınında doğup büyümüştü. Erenler’de Adapazarı Belediyesi Halinde hal kontrol görevlisi olarak çalışıyordu. Gün gelmiş, Gülcan Hanımla evlenmiş, Kocaman Rabbi onlara üç kız evlat bağışlamıştı: Burcu, Büşra, Zeren.
Varlıklı biri miydi? Hayır! Zengin biri miydi? Evet! Orta halli bir evi, orta halli bir arabası, orta halli bir yazlığı vardı. Ama gönlü çok zengindi: Cömert, mert, merhametliydi.
Emekliliğinden sonra Uzunçarşı’da bir kâğıtçıda, Ahmet ve Mehmet İsmailoğulları’nın yanında takılıyordu. Herkesin sevgilisiydi adeta. Çarşı esnafı, gelen giden ona hal hatır sormadan, takılmadan geçmezdi. Ben de mesela Fenerbahçe ne zaman kötü gitse, ‘Sacit Ağbi, tevbe kapısı açık, bırak şu Fenerbahçe’yi de üzüntüden kurtul’ diye takılırdım, istikrarla hep aynı cevabı verirdi bana: ‘Ben sözümün eriyim, erkek adam takım değiştirmez! Tutmuşuz bir kere.’
On üç yıllık damadı İsmail Altay’a soruyorum rahmetliyi: “Kayınpederden ziyade arkadaş, ağbiydi benim için. Gerçek bir dosttu. Çok iyi anlaşırdık. Cömert, merhametli biriydi. Herkese faydası olan biriydi. Babalık yaptı bana.”
İsmail’in ilk eşinden olan Emre’ye soruyorum: “Sorana Dedem diyordum. O da beni herkese büyük torunum diye tanıtıyordu. Gururla anlatırdı beni her yerde. Askeri okula gitmemi çok istemişti. Okul konusunda her türlü arkamdaydı kendisi. Her gördüğünde mutlaka harçlık verir, çaktırmadan cebime para sıkıştırırdı. Bu sene Mühendislik Fakültesini kazandığımda ne çok sevinmişti. Sacit Dedem çok iyi bir insandı, merhameti ve sevgisiyle hissettiriyordu bunu.”
Sevgi ve gönül adamıydı Sacit Toğuş. Merhamet ve iyilik. İyi insan olmanın, doktor veya mühendis olmaktan, işadamı veya milletvekili olmaktan, para veya mevki sahibi olmaktan çok çok daha önemli olduğunu ortaya koyan adamdı. Bir işçi emeklisinin çevresine ne çok iyilik yapabileceğini ortaya koyan adamdı.
Genetiği temiz ve sağlam adamdı Sacit Toğuş. Nice iyilikler, güzellikler, güzel örnekler bırakarak gitti aramızdan.
Yaşasın iyilik diyoruz ve ekliyoruz: Dünyayı iyilik (ihsan) ve güzellik kurtaracak ancak. Gerisi teferruat!
Dünya Sacit Ağbi’ler sayesinde ayakta. İnanıyoruz buna.