CAHİT KOYTAK; HİÇ GÜCENİK DEĞİLİZ ONA. DÜNYASINA VE TANRISINA.

Bilirdim. Okurdum. Severdim.

Onu ilk kez 2005 yılında tanıdım yakından. Ruberu. Facetoface. Yüz yüze.

Kırağı çalmış, yanık, tunç bir yüze sahipti, evet. Onurlu, izzetli, kararlı bakışlara sahipti. Ne kadar sevecense dostlarına bakışları, aynı ölçüde öfkeliydi sesi haksızlıklara karşı. Mertliğiyle öfkesi kızgınlığıyla kırgınlığı iç içeydi dizelerinde. Dizeleri kadar sesinde ve yüzünde.

İstanbul görmüş bir Erzurum yüzüne sahipti. Yüzüne sözüne özüne.

O yürürken, şiir okurken, konuşurken, tarih konuşuyordu. Medeniyet konuşuyordu. Dün ve yarın, bugünde buluşmuş, bugün olmuş, gün olmuş dile gelmişti sanki.

Sapanca’da, beşinci uluslararası şiir akşamları o gün, enfes bir protestoya sahne oluyordu. Anlayana tabii: O akşam Kültür Bakanı Atilla Koç ile etkinliğin fikir babası, destekçisi Kültür Bakanlığı Müsteşarı Mustafa İsen, Sakarya Valisi Nuri Okutan, Sakarya Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Duran da katılmıştı, yüzlerce şiir severle birlikte, göl kıyısında gönülleri okşayan dizeler eşliğindeki programa.

Her çıkan şair ‘sayın bakanım, sayın müsteşarım, sayın valim, sayın büyükşehir belediye başkanım, muhabbetlerimi arz ediyorum efendim’ diye başlıyordu sözlerine. Tam da pandomima burada koptu işte: Cahit Koytak, anons edilip kürsüye geldiğinde, her çıkanın aksine ‘ışıkçılara sesçilere zabıtalara, tüm emekçilere, gölde sandalda gezenlere selâm olsun’ deyip geçiyordu şiirini okumaya.

Tam da buydu işte Cahit Koytak: Söz, ses, şiir bombasını patlatmıştı, yiğitçe, mertçe, açıkça. Tabasbusu, yağcılığı, lüzumsuz iltifatı, şiirin siyaset ve bürokrasiye kurban edilişine isyandı sözleri. İsyandı, figandı, çığlıktı. ‘İyyakenağbüdü ve iyyakenestain’in canlı timsaliydi. O’ndan başkasına eğilinmeyeceğinin çığlığıydı sanki. Şiirin, şairin, dizenin izzetini hatırlatıyordu. 

Çünkü o kimsesizlerin sesiydi. Çünkü esamisi okunmayanların, okunmayacakların, okunamayacakların sesiydi.

Her bir şair; her duyarlı yürek gibi ‘eşit, adil, mutlu’ bir düzenin rüyasını görüyordu elbette. Bunu İslâm’da buluyordu. Ama ‘gariplerin İslâm’ında’, ‘mütekebbirlerin İslâm’ında’ değil…

İçeriden bir sesti. İçeriden olduğu kadar dışarıdan, derinden, çok uzaklardan bir sesti onunki.

Karşı ses. Aykırı ses. Farklı ses. İlkeli ses. Dürüst ses. Uyaran ses. Kızgın sesti.

Kimyacıdır aslında. Edebiyat eğitimi almadı hiç. İyi ki de almadı.

‘Şiirini konuşmak’ üzere, Mardin’in edebiyat yeteneği bulunan kırk gençle buluşturmuştuk onu 2011 kışında. ‘Ben edebiyattan anlamam’ diye başlamıştı sözlerine. ‘Bana edatı, zarfı tümleci sorsanız bilemem, üniversitelerin edebiyat kürsüleri yahut edebiyat öğretmenleri masaya yatırdıklarında çok kusurlar bulabilirler benim şiirlerimde’ diye devam etti. Ve şöyle bitirdi: ‘Ama ben iyi bir şairim ve iyi şiirler yazıyorum!’ Bu kadar net, bu kadar kuşku götürmez, bu kadar açıktı ona göre her şey.

‘Şiire ne girebilir, neler şiirdir?’, ‘şu şiirdir, bu değildir’; bu tartışmaları, hükümleri elinin tersiyle fırlatmış, atmış adamdı o çöpe.

Şiir yazan, şiir bakan, şiir yaşayan, şiir konuşan, ‘şiir adam’dı o.

Şiiri hayatı olan adam.

Her sözü, her ifadesi şiirdi.

Öfkesi şiir, övmesi şiir, öznesi şiirdir; ‘özü şiirdir’ çünkü.

Dik duruşu, mertliği, tevazuu, vakarı ‘şiirinden’dir.

Çağlar üstü, çağlar dışı, çağlar ötesi hisseder onun kalbi. Bir çocuk bir çoban bir ümmi kalbidir onun kalbi; öylesine saf, duru, sahih. Dize dize, sükût sükût, çığlık çığlık görürsünüz onda bunu.

O bir ‘insan’dır; önce insan, sonra insan, en sonra da insan; Gazze’ye şiir ‘yakar’, Bağdat’a selâm gönderir, Olimpos da onundur, Pompei de. Zira onun yaptığı ‘tarifsiz çileler işlemek’tir, ‘bitmeyen bir gergefe.’ Bütün insanlığın bütün dertleri, bütün acıları, bütün hüzünleri onundur, onadır, onunladır.

Zira o ‘ışığın ve gölgenin dilini öğrendim / rüzgârın dilini / yağmurun dilini; / kuşları, çiçekleri, ağaçları anlayabiliyorum; / ve Tanrı’nın onlarla / ne demek istediğini bana…’ Huş ağacının gölgesinde ‘elem yemişleri’ yiyerek yaşayan ‘karanfilli şairi bedestenin’ o. ‘Ben, susması bağırmasından büyük’ biriyim diyen de odur.

İlk kitabının adı ‘İlk Atlas’tır; dünyayı atlas atlas işleyecekti kalbimize, bir güzel. Şiir bir ‘gök atlası sanatı’ydıona göre.

İkincisi ‘Yoksulların ve Şairlerin Kitabı’; iddiası şudur kendi dizeleriyle:

‘Ve insanlara gösterebilirim, sanıyorum,

Bir şairin bir kraldan,

Bir çobanın da bir şairden daha uzağa

Ulaştırabildiğini yüreğinin sesini.’

Cahit Koytak’ıen iyi onun dizeleri anlatabilir yine:

‘Çünkü biliyorum ben

Hepimiz biliyoruz

Her şair güceniktir

Biraz, Tanrı’ya;

 

Yani biraz kendine,

Biraz dünyaya,

Biraz Tanrı’ya…’

Mühendis olduğuna bakmayın: Hesap kitap bilirse de anlamaz. Hesabî değil hasbî adamdır da ondan.

Kalbin onuruydu o.

Susuşun onuruydu.

Duruşun onuruydu.

Ve dizenin onuruydu o.

Medeniyet susuşlu adamdı. Ve duruşlu.

Yirmi dört medeniyete beşiklik eden Mardin’in egzotik sokaklarında abbaralarında beş altı asırlık medreselerinde kırk sekiz saat yürüdük onunla. Kasımiye’de, Zinciriye’de Hatuniye’ye şiir oldu adeta Koytak. Şiir şehiri soluya soluya, tarihin ta derinliklerinde kaybolmuştuk birlikte. Kızı Zeynep Neva da bizimleydi.

Masal kalpli adam, masal şehirde şiir estetik ve gizem şöleni içindeydi lebalep.

Ortalıkta olmaktan hep kaçan koca şair, Mardin’in sırlarının büyüsüne kapılmıştı. Şahittik.

Ve o gün aramızda kardeşlik hukukuna imza atmıştık gözlerimizle, sözsüz.

Biliyordum, okuyordum, seviyordum.

Artık arkadaşımdı. Ağabeyimdi.

Birçoğunun aksine, yakınlaştıkça büyüyen adamdı o.

Şiiri de dize dize büyüyen şairimizdi.

Gücenik değiliz ona.

Biraz dünyasına.

Ve Tanrısına.

Seviyoruz çünkü onu.