Okuyan ve düşünen adamdı o. Düşünüyordu gece gündüz; neydi bu, bir din gibi insanlığın önüne sunulan ve müntesipleri adeta ‘kuşkusuz iman eden’ modern tıp? Bir sömürü, bir emperyalist tuzak olmasındı…
O başarılı bir cerrahtı, en çok parayı da doğal olarak ameliyatlardan kazanıyordu, kazanmalıydı, buydu cerrahlık! En çok da safra kesesi ameliyatı yapabilirdi. Otuz milyon lira... Bir safra kesesi ameliyatı, ortalama bir memur maaşı kadardı. Ne güzel geliyordu kulağa. Ya kalbe, vicdana?
Vücutta bir şeyler ters gidiyor, bunların neticesinde safra kesesi bozuluyor, ameliyatla alınıp atılıyordu. İyi de safra kesesinin günahı neydi? Kabak niçin onun başına patlıyordu… Vücudun en masum organını niçin alıp atıveriyorlardı?
Çünkü modern tıp, sebeplerin değil, sonuçların peşindeydi. Sebeplerden gidip tedavi edeceğine, aksine sonucu düzeltmeye, problemin üstünü örtmeye çalışıyordu. Neyin neden bozulduğunu bulup tedavi edeceğine, işin kolayına kaçıyor, bozulanı atıyordu.
Bin bir türlü tansiyon ilaçları vardı meselâ; fonksiyonları yükselen tansiyonu düşürmekti. Çıktığı zaman düşürüyorlardı da… Fakat bir ömür tansiyon hapına bağlı yaşıyordu hasta. Ama modern tıp, vücudun tansiyonunu neyin yükselttiğini hiç merak etmiyordu, sebebini bulup tedavi etmeyi hiç düşünmüyordu. Bir hinlik vardı bu işte: Bir kutu ilaçla tedavi edeceğine, bir ömür ilaç satmak daha kârlıydı zira. Ameliyatlar daha da kârlıydı. Doktorlar da kazanıyordu, hastaneler de. İlaç tüccarları da kazanıyordu, pazarlamacılar da. Düzen kurulmuştu.
Piyasada son yıllarda hemen her sektör zor günler geçirirken, birçok köklü şirket zar zor ayakta kalabilirken, her sene kârını enflasyonun üç beş katı arttıran sektörlerin başında, daima ilaç sektörü geliyordu.
Evet, bir sömürü düzeniydi modern tıp. Emindi bundan, her şey apaçık ortadaydı.
“Kahrolsun Kapitalizm”, “Kahrolsun Sömürü Düzeni” pankartlarıyla, mitingde yürümesi gereken bilinçli kalabalıklar geldi aklına. Tekrar safra kesesini düşündü; üzüldü bu masum organ için. Safra kesesi yetim ve öksüz gibi geldi ona, içi cız etti.
“Bana kimse bir daha asla safra kesesi ameliyatı yaptıramaz!” dedi hiddetle. O günden ölümüne kadar da, bir daha asla yapmadı: “Ben fıtri tıbba, ben nebevî tıbba yönelmeliyim.” sözleri döküldü dilinden…
Alternatif Tıbbın Kitabını Yazan Hekimdi Artık
Kuran, meal okumaları kadar hadis okumalarını da sıklaştırdı, siyer okumalarını da. Artık Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in hayatına biraz da sağlık açısından bakıyordu. Nebevî tıbba dair, birçok tespitte bulundu her iki mukaddes ve kadim kaynaktan ve başta Hz. Ali olmak üzere sahabe-i kiramın hayatından, sözlerinden.
Nebevî tıp, fıtrat esaslı idi, fıtrat esaslı ve fıtrat öncelikli. İslâm tarihinde nasıldı, nasıl gelinmişti bu modern tıp çıkmazına, tüm süreci inceledi. Emeviler’den Abbasilere, Selçuklulardan Osmanlılara, İran’dan Endülüs’e; okudu, okudu, durmadan okudu. Okudukça aydınlandı, aydınlandıkça düşündü, düşündükçe gelişti, geliştikçe üzüldü.
Üzüldü; çünkü laikliğin ta Emevilere, Abbasilere kadar uzandığını görüyordu. Üzüldü; çünkü İbni Sina gibi efsanelerin bile bazı tedavi önerilerinde, şifa arayışlarında haram yollara saptığı görülüyordu. İbni Rüştlerin nasıl bir Batılı akılla çözümler önerdiğini gördükçe bunaldı. Eyvah dedi, eyvah ki ne eyvah! Zihnindeki birçok efsane isim, birbiri ardı sıra silinip gidiyordu tarihin çöplüğüne…
Osmanlıca tıp kitapları olmalıydı, bulmalı okumalıydı. Ecdat nasıl düşünmüştü, neler uygulamıştı, harfi harfine bilmeliydi. Atladı arabasına, İstanbul Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’nde aldı soluğu.
Tıp alanında yazılmış on bir kitap tespit etti. Tek tek fotoğrafladı onları ve Hamza Tekin Hocaefendi ile birlikte, aylarca süren çalışma sürecinin sonunda günümüz Türkçesine çevirdi onları.
Nebevî tıbbın, fıtrata uygun, şifalı bitki ve ilaçlarını not etti bir bir. Bunları kendi gözlem ve çalışmalarıyla da geliştirdi. Artık doktor değil ‘hekim’ olarak hizmet veriyordu hastalarına. Aktüel söylemle; koruyucu hekimlikti yaptığı. Bazıları da ‘alternatif tıp’ diyordu buna. Arayanı soranı, geleni gideni iyice çoğaldı bu sırada. Adı ‘Alternatif Tıbbın Kitabını Yazan Hekim’e çıktı... O ise bunların hiç farkında olmadı. Gösterişten, kibirden, ortalıkta görünmekten nefret ederdi. Sessizce kendi yoluna gitti.
Günde Sekiz Kilometre Yürüyün, İstediğinizi Yiyebilirsiniz
Bilenler bilir; yürüyen adamdı Sadık Canlı. Gece gündüz, daima yürüyen. Hatta bir sohbet sırasında; “Adapazarı’nın bütün köpekleri, mecnunları ve çöpçüleri benim arkadaşımdır.” demişti bu sebeple.
Genellikle sabah namazı için bir camiyi gözüne kestirir, erkende kalkar, camiye yürüyerek giderdi; ama asıl, namazdan sonra yürürdü.
Günlük programı şöyleydi: Sabah namazı camide cemaatle birlikte kılınacak, sonra sekiz kilometreden az olmamak kaydıyla mutlaka yürünecek… On, hatta on bir kilometreyi aştığı da olurdu çoğu kez bu yürüyüşlerin. 17 Ağustos 1999 Depremi’nden sonra Valiliğin de taşındığı Yenikent’ten, Adapazarı merkeze, yaklaşık on üç kilometre yürüyerek gelirdi bazen.
“Bilmezdim neden bazı saatler alaturka vakitlere ayarlı” diyor şair İsmet Özel bir şiirinde; bizim Bilge Hekimimizin de bütün yürüyüşleri, alafranga saatle onda, muayenehanede olmak üzere ayarlıydı.
Tığ gibi, filinta gibi adamdı Sadık Canlı; fazlalık hiç yağı olmayan bir vücuda sahipti. Kilolu insandan hiç hazzetmez, en sevdiği kişi dahi olsa, yumuşatmadan; “Hasta olacaksın, böyle olmaz!” diye uyarırdı.
Yaşı elliyi aştıkça kiloları artan bir kardeşine (bu satırların sahibine), yeryüzü durdukça geçerli olmaya devam edecek, altın değerinde bir sağlık kuralı armağan etmişti: “Günde sekiz kilometre yürüyün, sonra ne yemek isterseniz yiyin.”
Yürüyüş fıtratın gereğiydi ona göre; fıtrat hareket istiyordu. Hatta ruh da hareket istiyordu, beyin de. Yürüdükçe açılıyordu beyin, genişliyordu insanın ufku.
“Birçok hikmete, yürüyüşlerimde ulaştım ben.” diyecekti bir sohbet sırasında.
Hemen her sabah, hemen her akşam, uzun saçı ve sakalıyla tarihin içinden gelmiş gibi görünen ve durmadan sokaklarda yürüyen bu adamı görenler, bir isim bile takmışlardı ona: “Aaa. Yürüyen Adam geçiyor yine.”
Gülbahçe’nin Doktor Amcası
İlim ve Hikmet Vakfı, Nas Kitap Kulübü kurmuştu. Bir süre sonra da çocukların Modernizme kurban gitmemesi amacıyla bir çocuk dergisi çıkarmaya karar vermişlerdi.
Sahibi Abdülkadir Dinç, Genel Yayın Yönetmeni Veli Akkıraç’tı. Derginin adı ise Gülbahçe idi.
Abdülkadir Dinç, Genel Cerrah Sadık Canlı’nın duygu düşünce ve dünyaya bakışını çok beğeniyordu. Acaba her sayıda çocuklara bir sayfa yazı yazsa, zarif öğütlerinden verse ne güzel olurdu, diye düşündü. Onun Tozlu Camii arkasındaki muayenehanesine gitti, selam verdi. Derdini anlattı ve talebini izah etti.
Yanlış değilse, haram değilse cevabı daima ‘evet’ti Bilge Hekim’in, bugüne dek kimseyi kırdığı, reddettiği görülmemişti. Zaten Sadık Canlı’nın da evinde altı çocuk vardı. Onun da evi Gülbahçe’siydi.
Kırk sekiz sayı sürecek Gülbahçe köşe yazarlığı böyle başladı Sadık Canlı’nın.
Mektep köşe başlığı altında dertleşti durdu çocuklarla. Allah sevgisinden sağlık öğütlerine, Hz. Peygamber sevgisinden Nebevî tıbba göre beslenmeye, oruç tutmaktan ders çalışmaya, kitap okumanın kıymetinden yeme içmede göstermek gereken hassasiyete kadar… El nasıl yıkanır, bunları dahi anlattı Sadık Amcaları çocuklara. Fıtrata uygun, İslâm’a uygun, çok güzel öğütler verdi yıllarca orada.
Çocukluğu 1989 ile 98 arasında geçenlerin birçoğu, onun öğütleriyle büyüdüler. Bir neslin sevilen ‘Doktor Amca’sı oluverdi.
Yıllar sonra Gelişim Ofset, bu yazıları Çocuklara Sesleniş adıyla kitaplaştıracaktı.