“Anadolu Mektebi Ecdadımızın İzinde” grubu olarak ikinci gün Yahya Kemal’in şehri Üsküp’teyiz. Hani medeniyetimizin büyük şairinin “Şardağı’nda Bursa’nın devamı” dediği Üsküp’te.
Yorgun kalenin dibinde beş asırlık Mustafa Paşa Camii karşılıyor ekibimizi. Sultan II. Abdülhamit döneminde inşa edildiği her hâlinden okunan Osmanlı’nın Üsküp Valilik Binası’na selam verip meşhur taş köprüye geçiyoruz buram buram Anadolu kokan çarşılardan geçerek.
Bilmeyenler için hatırlatalım: İki Üsküp var. İlki Osmanlı / eski Üsküp. 600 binlik nüfusun 175 bini burada oturuyor. Yani Müslüman ahalinin Üsküp’ü. Müslüman bögesinin yüzde 80’i Arnavut Müslümanlar. Geriye kalanı Türkler ve Boşnaklar. İkinci Üsküp ise Makedon bölgesi, yani Yeni Üsküp. 425 bin nüfuslu modern bir Ortodoks şehri. Dört bir yan heykellerle dolu. Hani “Vardar Ovası, Vardar Ovası / Kazanamadım sıla parası’na konu olan Vardar Ovası’nda kurulu bulunan modern Üsküp. Çok katlı binalarla dolu bu bölge. Ben diyeyim on kat siz deyin on beş katlı binalar. 1968 Depreminde büyük zarar görmesine rağmen daha da yüksek binalar yapılmış. Parlamento, Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı, AVMler hep burada. Arkasındaki Vodna Dağına dayamış sırtını Yeni Üsküp. Tepeye de dev bir haç dikmişler, 1 milyon Euro masrafla yaptırıldığı söyleniyor. Güya “artık Üsküp Müslüman değil Ortodoks memleketi” demektelermiş.
Biz Anadolu Mektebi olarak ovasının eski Üsküp’e yakın tarafından geçen Vardar Nehri’nin üzerindeki ecdadımızın beş asırlık eseri Taşköprü’yü geziyoruz. Sergi salonu olarak kullanılan Davutpaşa Hamamına el salladıktan sonra ecdat yadigârı Kapan Han ve Suluhan’ı ziyaret ediyoruz. Murat Paşa Camii, şimdilerde sanat galerisi olan Çifte Hamamı, şair Mehmed Arif’in işlettiği, sadece Türkçe kitapların satıldığı Kitabevi’nde tarihle kültürle Türkçe ile hemhâl oluyoruz. Ekibimizde bazı öğretmenlerimizin “Türkiye’de bulamadığımız birçok klasik burada” deyip bulamadıkları eserleri edinmeleri ayrıca şaşırtıcı ve sevindirici geliyor bize. Sonra da elbette Bit Pazarı’na selâm verip İsa Bey Camii’ne. Zira Yahya Kemal’in doğup büyüdüğü semt orası. Ayrıca söz konusu camiin haziresinde bulunan büyük şairin annesi, henüz yirmi dokuz yaşında toprağa düşen merhume Nakiye Hanım’ın (1868-1897) mezarını ziyaret edip Fatihalar gönderiyoruz.
Sonra da karşıya geçip Sultan 2. Abdülhamit’in 1884’te yaptırttığı Üsküp Tefeyyüz Mektebi’ni ziyaret ettik. Üsküp’teki son durağımız Rufai Tekkesi’ydi. Tekkenin genç postnişini Mürteza Efendi yoktu, şehir dışındaymış. Sağ olsun Derviş Hamdi ilgilendi ekibimizle. Bilgiler verdi iki yüz yıllık tekke hakkında. Meydan denilen zikir mekânındaki geleneksel objeler, mekânın dört bir tarafında asılı bulunan dört adet Türk bayrağı inanılmaz etkiliyor bizi. Duygulanıyoruz. Tekkenin haziresinde medfun şeyh efendiler ve yakınlarına da Fatihalar gönderiyoruz. Sonra da - restorasyonda olan – Sultan I. Murad’ın eseri Sultan Murad Camii’ne ve yanındaki Saat Kulesi’ne uzaktan el sallayıp Kalkandelen’e doğru yola koyuluyoruz.
MakedonlarınTetova dedikleri tarihimizde Kalkandelen olarak bildiğimiz şehir ise şimdilerde 150 bin nüfuslu bir Arnavut şehri. Çünkü Türklerin çok büyük bölümü son yüzyıl içinde Türkiye’ye göç etmiş. Nitekim ilk gidişimde (2002’de) cami önünde bizleri gören ve karşıya çay içmeye götüren 75lik Hasbi Amca (geçen sene öğrendim, dört sene önce rahmetli olmuş) “Çocukluğumda şehrin çoğu benim gibi Türk’tü. Baskılardan ötürü çoğu gitti. Benim de çocuklarım İstanbul’a yerleşti. Bayrampaşa’da dairem var benim de. Ama buraları bırakmayın. Burada dükkânlardaki malların yüzde doksanı Türkiye’den geliyor, tamam gelsin. Ama gezmeye de olsa sizler de gelin. Şuradan bir otobüs Türk geçsin göreyim. Yüreğim soğusun. Yoksa bu kahır çekilecek gibi değil” demişti bize.
İşte orada Kalkandelen’de Paşa Camii de denilen, II. Beyazıt zamanında yaptırılan ünlü Alaca Camii’ndeyiz şimdi. Bilenler bilir Balkanlarda camiler, Anadolu’daki sadeliğinin aksine çok ama çok süslüdürler. Ama Balkanların yüzde 90’ınını defalarca gezmiş biri olarak söyleyeyim, Alaca Camii kadar süslü olanını görmedim ben. Dışı da rengârenktir içi de. Hele kubbesinin içi; İstanbul resimleriyle bezelidir. Sanat galerisi gibidir. Bahçesi ise geniş bir gül bahçesidir. (Ki aslında bir külliyeden arta kaldığı bahçesindeki hamamından ve türbesinden de bellidir.)
Alaca Camii’yi sindire sindire gezip ikindileri eda ettikten sonra bu kez yine Kalkandelen’de, Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Mahidevran Hatun’un erkek kardeşi, aynı zamanda Kanuni’nin veziri Sersem Ali Paşa tarafından (devlet idaresini bırakıp tekke yaptırdığı ve dervişliği tercih ettiği için ‘sen sersem olmuşsun Ali Paşa’ demiş güya ona Kanuni) 1525’te yaptırılan, hâlâ her binasıyla dimdik ayakta beş asırlık Bektaşi Tekkesi’ni ziyaret ediyoruz. Şardağının eteklerinden, yaklaşık on beş yirmi dönümlük yemyeşil çimenleri olan çok güzel bir arazide kurulu tekkede (Kalkandelenlilerin Türkçesiyle Teççe’de) aslında olduğu gibi cami de var ve beş vakit cemaatle namaz kılınıyor. Tekkenin hizmetlerini deruhte eden yetmiş yaşlarındaki uzun boylu uzun sakallı uzun saçlı kalendermeşrep Bektaşi dervişi Abdülmuttalip “Sünniler camiyi ele geçirdiler, beş vakit namaz kılıyorlar; halbuki bizim namazımız kılınmış orucumuz tutulmuş” şeklinde zaman zaman şikayetlerini dile getirse de maaşını devletten alan, 2001’deki Makedon-Arnavut Savaşı mücahitlerinden ve gazilerinden, tekkenin 150 kiloluk bekçisi Cumali öyle düşünmüyor. Hatta o kırık ve sevimli Balkan Türkçesiyle tekkenin tarihini anlatırken Derviş Abdülmuttalip’i “içerideki papaz” diye nitelendirmesi Anadolu Mektebi öğrencilerinin gülüşmelerine neden oluyor.
Netice olarak şunu söylemek mümkün: Türkiye’nin 21 ilinden gelerek Balkanlar’da ecdat izinde dolaşan Anadolu Mektebi öğrencileri, beş asırlık bir tekkenin, Türkiye’de eşi benzeri görülmedik biçimde, sosyal fonksiyonlarını pek icra edemese de dimdik ayakta olması karşısında yarı şaşkın yarı mutlu havayı teneffüs ediyor.
Şimdi sırada yirmi iki kilometre mesafedekiGostivar şehri var. Gosti Makedoncada misafir demekmiş. Var ise Türkçeden geçmiş; Gostivar misafirperver şehir demekmiş. Gostivar yüz bine yakın nüfusuyla bir Arnavut şehri. Aynı zamanda yaklaşık yüz yirmi bin Türk’ün yaşadığı söylenen tüm Makedonya Türk nüfusu içerisinde en çok Türk’ün yaşadığı şehir Gostivar. O nedenle Makedon olsun Arnavut olsun Sırp olsun, herkesin Türkçe konuştuğu bir şehir Gostivar. Nitekim 120 kişilik Makedon parlamentosuna iki milletvekili sokabilen Türklerin, ikisini de seçebildikleri il Gostivar. Pek tarihi eseri yok. Bir Saat kulesi var o da II. Abdülhamit’ten kalma. Yanında yeniledikleri Saat Camii. Ama dondurması ve pastasıyla bir de köftesiyle ünlü Gostivar. Bir de 2000’de Galatasaray UEFA şampiyonu olduğu zaman ve 2002’de Dünya Kupası’nda Türkiye Dünya Üçüncüsü olduğu zaman 750 kişilik düğün salonu tutulup halaylar eşliğinde düğün yemekleri verilmesi ve on beş gün süreyle tüm şehrin Türk bayrakları ile donatılması ile ünlü. Bir de buradan çıkıp bütün bir coğrafyayı boydan boya geçip deSelanik’ten Ege Denizi’ne dökülen Vardar Nehri’nin kaynağı da burada.
Ama biz zaman yetersizliğinde el sallayıp kenarından geçiyoruz Gostivar’ın.
Kırçova’dan geçerek güneye, Makedonya’nın Antalya’sı hükmündeki, yani ülke turizminin kalbi durumundaki Ohri’ye uzanıyoruz. Akşamın ışıkları ile Ohri’deyiz. Van Gölü gibi bir göl Ohri. Kıyısındaki elli beş binlik şehir de adını kıyısındaki gölden almış. Şehirde beş bin kadar Müslüman kalmış bizden. Yarısı Türk’müş yarısı Arnavut. Şehri ancak ertesi sabah gezebiliyoruz doğal olarak.
Güneşin ışıklarıyla cennet gibi güzel Ohri Gölünün kıyısında gözlerini açan Anadolu Mektebi gençliğini bu kez de tarihîOhri şehrini görme merakı sarıyor.
Ohri tekkeleri kiliseleri Osmanlı çarşıları evleri ve gölü ile bir huzur kenti gerçekten. İlk olarak altı asırlık Çınar Meydanı’nda alıyoruz soluğu. Arkada Halveti Tekkesi ve Camii. Bir yanda iki bin yıllık kale. Herkes fotoğraf çektirme peşinde. Sami Hoca’mın tembihiyle toplu fotoğrafımızı da alıyoruz. Sonra beş yüz metre uzunluğunda ecdat yadigârı Osmanlı çarşısında geçiyoruz. Çalışanların çoğu Türk olduğu için sağa sola selâm vererek ilerliyoruz. Nihayet sahile geldiğimizde güzel bir göl/sahil kadar ilginç de bir heykel karşılıyor bizi: Meğer Kiril alfabesini bulan Kiril ve Metodi kardeşler buralıymış. Ellerinde kitaba benzer dev bir heykelleri yapılmış. O sırada Ohrili sempatik bir Türk fotoğrafçı olan Nizam buluyor bizi. Daha benden izin bile almadan kibar kibar güzel güzel anlatmaya başlıyor eski Ohri’yi. Sahilde fotoğraf çektirdikten sonra tarihi Türk evleri ile bezeli Türk Sokağına giriyoruz. Makedonlar kurnaz. Eski bir Türk Beyinin görkemli konağını Ohri Müzesi yapmışlar, pazarlıyorlar. O güzelim evler arasında huzur komasında girmiş tarihi koku ve dokuda mest olmuş olarak ilerlerken fotoğrafçı Nizam sağda bir ahşap kapıyı gösteriyor: “Elvade Rumeli” dizisini izlediniz değil mi hepiniz. Sütçü RamisAga’nın Kaymakam’a süt getirdiği ev vardı ya. İşte bu kapı o. Kaymakamın evi sahneleri burada çekildi.”Magazinel bir haber herkesin dikkatini çekiyor elbette.
Bir saat serbest zaman veriyorum Ohri’de. Gençler mutlu bir Türk şehrinde atalarının izinde kaybolmaktan. Verdiğimiz saatte Çınar Meydanı’nda buluşuyoruz. Meydanın hemen bitişiğindeki Halveti Tekkesi’ni ziyaret ederek veda edeceğiz Ohri’ye.
Bu tekke orta yaşlıların iyi bildiği yer aslında. Rahmetli Turgut Özal’ın daha başbakanlığında Ohri’yi ziyaretinde dönemin genelkurmay başkanınında bulunması haber olmuştu hani. Hatta Hürriyet ‘Genelkurmay Başkanı Tekkeye Girdi” manşetiyle ‘irtica geliyor’ vaveylası dakopartmıştı. İşte o olayın geçtiği yer bu tekke. Masum sakin sessiz metruk bir tekke ve camii halbuki. Avlusundave haziresinde üç beş asırlık Osmanlıca (yani eski harflerle Türkçe) yazılı mezar taşları bekliyor bizi. Gidiyoruz görüyoruz bakışlarımızla okşuyor konuşuyoruz. Onlar mutlu biz mutlu.
Öğle saatlerinde ayrılıp Arnavutluk başkenti Tiran’a doğru yola koyuluyoruz...