Yazarlık okullarımda, konferanslarımda, söyleşilerimde sıkça tekrarladığım bir sahne vardır:
“- Gelin sizinle bir oyun oynayalım. Birlikte bir anket yapalım. Ben sorayım siz cevap verin, hadi…”
Genellikle eğlenceli bir oyundur. Nice hakikati oyunlarla öğrenmiyor muyuz zaten biraz da.
“-Türkiye’nin kaç ili var?”
Koro hâlinde herkes: “- Seksen birrrrr.”
“- İçinden birini seçin bana. Onunla ilgili mini mini sorular soracağım?”
Yirmi beş, elli, yüz, iki yüz, üç yüz, bazen dört yüz, hatta beş yüz kişiyle konuştuğumuz, dertleştiğimiz, hâlleştiğimiz olur bu konuyu. Tereddüt ederler. Bir türlü hangi şehirden başlayacağımıza karar verir söyleyemezler. Onları bu mütereddit suskunluktan yine ben kurtarırım:
“- Sıfır bir Adana’dan başlayalım hadi…”
“- Tamammm, Adanaaa” diye bir ses yükselir izleyicilerden ilki kadar güçlü olmasa da. Top benim elimdedir; ping pong topu gibi bir karşıya atarım bir kendime:
“- Ölmüş veya yaşayan, hiç fark etmez; Adana denince aklınıza gelen ilk ismi söyleyin lütfen bana?”
Salondan duyulan ilk isim hemen her zaman “Fatih Terimmm” olur. Eyvallah, Türk Futbolunun - hiç tartışmasız- imparatorudur; Elhak hak edilmiş bir unvandır bu. Ülkemizin en büyük başarısı olan GS’ın UEFA Kupası’nı Türkiye’ye getirişinin arkasındaki kahraman, takımını yedi kez şampiyonluğa ulaştıran ülkemizdeki tek teknik direktördür. 2000 yılında GS’ın başında, İstanbul’da iki İngiliz’in öldürülmesiyle sonra eren maçın rövanşında, ‘intikammm’ çığlıkları atan altmış bin kişilik tel örgüsüz tribünler önünde Leeds United rövanşına çıkarken söylediği ‘Benim cesedimi çiğnemeden oyuncularıma dokunamazlar, Türk milletinin duaları arkamızda, korkmayın” ifadeleriyle çağdaş Kara Murat Destanını yazan adamdır o. İsmini hemen yazarım tahtaya.
“-Sonraaa?” derim, “Sakıp Sabancıııı” diye bir ses gelir. Doğrudur, Türk Sanayiinin – Koçlarla birlikte- en tanınmış iki büyük ailesinden Sabancı Ailesi’nin en renkli en popüler en sevilen ismiydi merhum. Çenesini üç santim öne arkaya oynatarak ve Gayseri şivesiyle ‘Gardaşım, biz…” diye başlayan cümleleri, muzip ve teatral yüz ifadesi ile hemen hepimizin hafızasında olumlu izler bırakmış bir başarılı iş adamımız, Türkiye’nin en büyük otomobil fabrikasını kurduğu hâlde engelli oğlu Metin’e tek araba alamayan biçare insanımızdır da. Tahtaya ikinci sıraya hemen onu yazarım…
“- Sonraaa?” diye sorarım. Hüküm süren sessizliği genellikle edebi yüzlü edebi sesli edebi bakışlı biri bozar: “- Yaşar Kemal… Orhan Kemal da olabilir…” Elhak, bu iki isim de yerli yerindedir, münasiptirler. ‘Birini tercih edin?” soruma büyük ekseriyetle “Yaşar Kemallll” cevabı gelir. İkisi de büyük yazarımızdır kuşkusuz. Ama belli ki Yaşar Kemal daha popülerdir. Kendisi Kürt kökenli olmasına rağmen, ailesinin o iki yaşındayken Çukurova’da bir Türkmen köyüne yerleşmesi üzerine o köyün anasının ak sütü kadar temiz duru halis muhlis Türkçesini tevarüs edecek, söylencelerinden fıkralarına, türkülerinden manilerine… Eserlerinde bunları ilmek ilmek örerek gelecek nesillere yüzlerce binlerce yıl ötelere aktaracaktır. O bizim ‘İnce Memed’imizdir artık. Dilimiz folklorumuz ve edebiyatımız adına bu büyük ustaya ne kadar teşekkür etsek az gelecektir, bilirim. Bildiğimden de büyük bir zevk mutluluk ve haz içerisinde yazarım ‘Yaşar Kemal’ adını hemen tahtaya yahut listeye.
“- Dördüncü isimmm?” diye devam ederim. “Ferdi Tayfurrr” diye bir ses yükselir salondan sonra. Evet; ‘Şekerci Çırağı” adlı otobiyografik kitabından öğremişizdir ki o daha altı yaşındayken ‘kabadayılığın hüküm sürdüğü bir içki âleminde babası” öldürülmüş ve yetim kalmış, hiç ama hiç okula gitmemiş, alfabeyi, eve akşamları bir ekmek getirsin diye verildiği şekerci dükkânında, kalfası yardımıyla otomobillerin plakasından aaa, bbb diye sökmüş çilekeş bir adamdır o. 1970li yıllara damga vuran ‘Çeşme’sini, 1980leri kasıp kavuran ‘Ben de Özledim Ben de’sini, 1990larda yüreklerimizi burkan ‘Emmoğlu’sunu ve içimizi şenlendiren ‘Hadi gel köyümüze geri dönelim / Fadime’nin düğününde halay çekelim’ini nasıl unutabiliriz. O Orhan Gencebay ve Müslüm Baba ile birlikte Arabeskin ‘üç babası’nın ikincisi ve en popüleri, çilekeş, buğulu ve duygulu sesiyle ‘Toroslar’dan inen yanık bir türküydü” bu ülkeye. Yazmalıydık evet. Duygu dolu hislerle ‘Ferdi Tayfur’ adını da yazıyordum genellikle.
“- Beşinciiii?” diye sorarım. Cevap bazen ‘Hasan Şaş’ olur, bazen ‘Murat Kekilli’, bazen de ‘Haluk Levent’ isimleri gelir. Hatta hatta ‘Çirkin Kral Yılmaz Güney’ dendiği de olur. ‘Lütfen, bir isim istiyorum?” dediğimde ise ‘Haluk Levent” adı öne çıkar. Türk Rock Müziğinin çok değerli sanatçılarından birisidir Haluk kardeşimiz, hiç şüphesiz. Birçok albümü vardır ama herhalde hepimizin hafızasına kazınan şarkısı ‘Aşkın mapushane / İçinde ben mahkum / Saçların parmaklık / Gözlerin gardiyan olmuş / İçinde ben ziyan oldum’ olmalıdır. Evet evet; Adana denince akla gelen beşinci isim olarak ‘Haluk Levent’ ismini kayda geçiririm.
Ve nihayet oyunumuza sıra gelir: Sağ elimle sol elimin baş parmağından başlamak kaydıyla isimleri tekrarlarım: ‘ Fatih Terim, Sakıp Sabancı, Yaşar Kemal, Ferdi Tayfur ve Haluk Levent…” Beş parmağım da seyirciye açık vaziyette tekrarladıktan sonra, son iki parmağımı bükerek tekrar sorarım:
“- Hadi üçe düşürün bu beş ismi?” Salondan başlar isimler gelmeye, anket bu, çoğunluğa bakarım. En çok onay alan isme: neredeyse istisnasız kırk elli salonda aynı oyun/görüntü/oylama sahnelenir:
“- Bir Sakıp Sabancı, iki Fatih Terim, üççç Yaşar Kemal…” Son üçe Türk futbolunun imparatoru ile Türk sanayiinin imparatoru kalmıştır. Bir de ‘Sarı Sıcak’ın başarılı yazarı.
“- Hadi gelin ikiye düşürün?”
“- Fatih Terim ve Yaşar Kemal…” ,
“- Teke düşürün bakalım, tek isim istiyorum sizden?”
Bütün salonlardan -istisnasız- aynı isim gelir: ‘Yaşar Kemal!..”
Ben de hükmü koyarım ortaya: “Gelecek yüzyıla, gelecek yüzyılllara şöhretler popülerler güçlüler zenginler değil, ancak ve ancak şairler yazarlar sanatçılar kalır, kalabilir. O nedenle ‘yazıyorsanız varsınız yoksa yoksunuz’ der”, bitiririm oyunu.
Evet tam da böyle olmuştur. Tam da böyle olmaktadır. Tam da böyle olacaktır. Her il için geçerlidir bu durum. Her ülke için de.
Evet, işte Adana öncelikle bu beş isimdir.
Adana berekettir. Ovadır. Çukurova’dır.
Adana bölgenin içtima yani toplanma alanıdır.
Adana beyazdır, turuncudur, yeşildir.
Adana pamuktur portakaldır karpuzdur.
Adana kebaptır, ciğerdir, şalgamdır.
Adana nehirdir nüfustur narenciyedir.
Benim için Adana, 17 Ağustos Depreminde en canlı Adapazarı fotoğraflarını çeken yufka yürekli iyi kalpli gazeteci kardeşim Şeymus Baysal’dır ilkin. Daha sonra editörlüğünü büyük bir zevkle üstlendiğim, bir milletvekili, müsteşar ve tıp profesöründen beklemediğim miktarda bilge, mütevazı, çelebi insan, gönül adamı Profesör Doktor Necdet Ünüvar’dır. Daha sonra da - ben dahil-; yaşayan en iyi portre yazarı’ şair Mehmet Aycı’dır. Öykü yazarı, bizim damat paşamız Mazlum Dirican’dır da.
‘Yolları taştandır” evet, ‘bilekleri sağlamdır’ evet, ‘yürekleri yufkadır’ amma; öfke ile merhameti, mücadele ile cömertliği, geçmişle geleceği buluşturan vilayettir Adana. Buluşturan birleştiren kaynaştıran şehir.
‘Adanalıyık, Allah’ın adamıyık. Bici yerik şalgam içerik. Ceketi satarık asfaltta yatarık. Uçağa kafa atar, tirene çelme takarık…” diye devam eden bir tekerlemesi de ünlüdür.
Mümin şehirdir, mütevekkil şehirdir, muvahhit şehirdir. O bir Ramazanoğlu şehridir; cami cami, eser eser, ruh ruh.
Yüzlerinin esmerliği kalplerinin beyazlığına alınlarının aklığına sayılmalıdır.
Karacaoğlan Türkçeli, Karacaoğlan dilli, Karacaoğlan gönüllü insanlar diyarıdır Adana.
Bizim, bizden, bizce şehirdir Adana. Eksisi artısıyla. Artısı eksisinden bol, on kat fazladır onun.
Adana,’Allah’ın adamları’nın şehri.