Ali Kılcı (Sanat tarihçisi, Ankara- Genel Merkezden):

İçine derin sanat tarihçisi. Ta derin, çok derin… Bakışlarından da seziliyor. Edep zirvesi. Az ama çok az konuşuyor. (Eskilerin ‘ağzından kerpetenle laf alırsınız’ dedikleri cinsten.) O nedenle de söyledikleri kıymetli Ali Bey’in. Sessiz ve derin mizacının aksine alanında müthiş. (Ama sorulmadan ve istenmeden anlatmıyor.) Ani Harabelerini geziyoruz. İç kalede hepimiz bir grubun peşine takıldık. Rehberi dinliyoruz. Rehber kardeş de heyecanla (benim gibi bire on katarak) ve ballandıra ballandıra anlatıyor. Ali Abi de önümde. Rahatsız oldu bir sanat tarihçisi olarak. Suratın ekşitti (benim gibi hafif öne eğilerek) yürüdü gitti. Ben de peşinden. Sordum anlattı. Ne anlatış ama. Sanırsınız ki doktora tezinin Ani Harabeleri üzerine yapmış. Öz, ta on ikiden, ne eksik ne fazla. Her bina, her kilise, her cami, her köprü için… Sanırsınız ki burada yatmış kalkmış; halbuki o da bizim gibi ilk geliyormuş. Bir ara Ermenistan ile Türkiye’yi ayıran dereyi gösterip ‘şuralarda bir köprü olmalı’ dedi. Baktık, otuz kırk metre ötede. O andan itibaren hangi tarihi eserle karşılaşsak Ali Kılcı’yı takip edip sordum, bilgilendim ben. Kervanımızın ‘kara kutu’suydu Ali Abi. Hele söz konusu ‘sanat tarihi’ olursa. Bir de Çayeli’ndeki yeğeni (damatları) kaymakam beyin ikramıyla iz bıraktı. Ağır molla. Bilgi molla. Sanat tarihi molla. Yürüyen sanat tarihimiz o bizim.    

Bayram Durbilmez (Prof. Dr., Nevşehir):

Halkçı. Halk çocuğu. Halk edebiyatçılığı da halk çocukluğu da doğuştan zira. Yozgat Sorgun’un Taşpınar köyünde, odası olan Seyit Ağanın torunu. Özde sözde ikramda cömertliği de genetik. Elini yüzüne alanlardan; konuşurken elini ustaca kullanıyor. Vücuduyla konuşuyor en çok. Konuşurken sesi sabit olsa da jest mimikleri yerinde duramıyor. 21. Yüzyılda bulabilirsen bul âşık / Bugünkü âşıkların çoğu bulaşık vecizesi de onun, Otuz yıldır edebiyat hocasıyım / Edebiyatı seven otuz öğrenci bulamadım vecizesi de. Her iki kaşı da ortadan yukarıya doğru yükselişi,  halk edebiyatımızın yükselişini simgeliyor adeta. Türkiye’deki - ölmüş veya yaşayan, hiç fark etmez - bütün âşıkları, dayısının oğlu İlyas kadar yakından tanır bilir sever. TRT Avaz’da 72 âşık programı yapmıştır. Onu Erciyes’ten Nevşehir’e geçmesine yol açanlar harakiri yaptıklarını bakalım ne zaman idrak edecekler. Küstürülenlerden. Türk Dünyasını en az Türkiye kadar tanır bilir yazar. Halk edebiyatı profesörü. Halkın profesörü. Doğmaca ve güzelleme müptelası. Sesinde kucaklayıcı bir tını var. Halk edebiyatı hakkında kırk gün kırk gece konuşabilir. Hem de dur durak bilmeden. Daima mütebessim bir yüze sahip. Hafif beyazlamış sakalları ona aksesuar zenginliği katıyor. Heyecan ve bilgi yumağı. Hem arif hem âlim hem de şair adam.

Bekir Oğuzbaşaran (Şair, Kayseri Şubesinden):

Şiir adam. Lebalep şiir hem de. Siz bir kelime edin ona, o size o konuda en az on beyit, yirmi kıta, yetmiş beş dize anlatabilir. Yürüyen şiir ansiklopedisi. Yüzlerce şiir yazmış, binlerce beyit hafızasında; içi dışı şiir ağabey. İçi dışı edebiyat. Uzun upuzun, ince ipince, naif ennaif. Hep olumlu, hep iyimser, hep müşfiktir. Yetmiş yedi yaşında olduğuna aldanmayın, ilgisi, bilgisi, okuması daha otuz yedilik. Öyle aç, öyle istekli, öyle biriktirici. Ve tabii yüzlerce anı, hâtırayla dolu bir hafızaya sahip. Yedi gün yedi gece edebiyat konuşabilir, anlatabilir, tahlil edebilir. Etti de. Yedi günlük seyahatimiz boyunca, kilometrekareye otuz üç dize düşüren şairimiz o. Âşık Oğuz’umuz o bizim. Oğuz dedik de: Erzurum’da sular seller gibi şehrini anlatan rehberimiz ‘M.Ö.4000 yılında Oğuzlar Erzurum’a geldiler. Bu şehir 6.000 yıllık Oğuz şehridir’ deyince, Bekir Oğuzbaşaran Abi’ye yaklaştım: ‘Abi, Oğuzların kısa boylu olanları Erzurum’da kalmış, uzun boyluları sizin Kayseri’ye göç etmiş olmalı’ dedim. Dev kahkahalarından birini daha attı Bekir Abi. “Galiba haklısın Fahri’ dedi. Sonra çevreye döndü, ‘Türkiye’nin en çok yüz güldüren yazarıyla beraberiz bu seyahatte.” Şaş Gazeli’nden: Bir gün ben giderim kuru yaş kalır. Aman ağabey, nereye? Edebiyatımızın çok ihtiyacı var, sana, daha.

Enver Çapar (Şair, TYB K. Maraş Şubesi Başkanı):

Mahzun yüzlü çocuk. Mahzun yüzlü başkan. Mahzun yüzlü şair. Üçü birden. Üçübiryerdedir o. 6 Şubattan bu yana daha bir durgun, daha bir mahzun, daha bir sakin. Saçlarına ak düşmüş. Nasıl düşmesin? Bir değil, iki değil, üç değil; on bir şehir birden yok oldu aynı gündeki iki depremde: O acıya yürek mi dayanır? Hele Enver’in şair yüreği. Tam Türk yüzü, tam Müslüman bakışları var onun; vakur, mahzun, onurlu. Az konuştu çok düşündü gezi boyunca. Ekürisi Urfa Başkanı Mahmut Kaya’ydı. Hep onunla yakın daha çok ona yakındı, evet. En ufak bir uyumsuzluğu görülmedi. Daima olumluydu. (ki hayatı böyledir Enver kardeşimin, ona ne şüphe.) Erzincan’daki Deprem Paneli’nde göz doldurdu. Okuduğu şiirle de öyle. Şiir Şehir - Şairler Şehri Maraş’tan geldiğini hep hissettirdi. 6 Şubata yönelik ‘Zilzal Beşlisi’ Grubuna da gözü kapalı girdi, sorumluluk üstlendi. Zilzal Beşlisi kimlerden mi oluşuyor: Söyleyeyim: Mustafa Yıldız (Başkan-Antep), Halil İbrahim Özdemir (2.Başkan-Erzincan), Fahri Tuna (Genel Sekreter-Sakarya), Enver Çapar (üye-Maraş), Mustafa Duran (üye-Hatay.) Yani doğudan batıya, deprem şehirleri çocukları/başkanlarının kurduğu bir grup/platform. Yeni projeler yeni uygulamalar umudu var orada. Umutla ayrıldı aramızdan. Sevgiyle. Derin bir sevgiyle hem de. Yolun açık olsun Enver. Maraş’ın yolu güneşi havası da. Tüm deprem bölgesinin. 

Fahri Tuna (Yazar, TYB Sakarya Şubesi Başkanı):

‘Bir yerde Fahri Tuna varsa, orada sorun yoktur, bizim Fahri çözer.’ (D.Mehmet Doğan - TYB Şeref Başkanı), ‘Kültür Kervanımızın Nasreddin Hoca’sıydı o.’ (Muhammed Işık - Şair), ‘Bezmi elestte ruhen tanıdığım bir ağabeyimi kültür kervanında bulduğum için çok mutluyum. Bir ömürlük hasret bitti. Not: Millet uyurken Muhammet, Fahri Abi, ben, gizli gizli Ferdi Tayfur dinlediğimizi de kimseye söylemeyeceğimize dair söz verdik. Kafa kafaya vermiş, kulaklıkla ne dinliyordunuz diye lütfen soru sormayın. (Halit Yıldırım - Şair), Fahri Tuna, yolculuğumuzun şık centilmeni ve mizah ustası. Yedi gün boyunca her gün farklı bir kıyafetle bizi şaşırtmayı başardı. Onun sayesinde hem güldük hem de stil dersleri aldık. "Moda haftası mı bu hafta?" dediğimizde, gülümsemesiyle "Her gün bir defile!" cevabını verdi. Yolculuğumuzun en renkli karakteri, şüphesiz esprili kişiliği ve şık ağabeyi Fahri Tuna oldu! (Fatma Kevser Sümer-Yazar) Türkiye'nin en matrak yazarı... Ülkemizin en çok güldüren yazarı... Edebiyat dükalığının fahrî başşehbenderî / başkonsolosu... Yalaza ustası... Günümüzün önde gelen portre ve biyografi ressamı. Vatan Millet Sakarya Cumhuriyetinin Genel Sekreteri. (Bekir Oğuzbaşaran-Şair) Fahri Abi, bulaşıcı bir adamdır. Konuşurken size neşesini bulaştırıverir de onu dinlerken kendinizi gülümserken yakalarsınız. Oysa az öncesinde durgun bir ruh hali yaşıyorsunuzdur. Onun sevecen ve keyifli hali sizi sarıp çıkarır oradan. Aman dikkat! (Mustafa Sarı-Şair) Candan bir arkadaş, bir abi, bir hoca… Cemiyet içinde müspet meziyetleriyle kendini fark ettiren, kendine çeken, güler yüzü, tatlı diliyle hemencecik ilişki kurabilen vefalı bir dost… Kitlelere esprili konuşmalarıyla hitap eden iyi bir hatip… Kendisini dinlemekten zevk aldığım, kendimi güvende hissettiğim adam gibi adam. (Mustafa Bektaşoğlu-Yazar) (Not: Bu bölüm kültür kervanına katılanlar bazı şair ve yazarlar tarafından yazılmıştır.)

               

Fatma Kevser Sümer (Yazar, TYB İstanbul Şubesinden):

Ağlatan kız. Hem de bir kere değil, iki kere. Denge abidesidir. Disiplinlidir. Titizdir. Seçicidir. Yedi gün boyunca etkinliklerin çetelesini o tuttu, o toparladı, o kaleme alıp haber yaptı. Hem de başarıyla. Müteşekkiriz. Ekürisi Ülker Mavral, hamisi (abisi mi desek) Fahri Tuna’ydı. Bir gözü kulağı bizde (kafilede), diğer gözü kulağı İstanbul’daydı (sanıyoruz Mahmut Bıyıklı’nın talep ve talimatlarındaydı). İki tarafı da iyi idare etti, zannımca. Orta oylu (anne tarafı Ahıska Türk’üymüş), beyaz tenli - biçimli kaş göz burunlu (baba tarafı Çerkez’miş), oturaklı, sözü dinlenen, az ama öz konuşan bir karakter çizdi. Takıldım yer yer ona: ‘Boyunu bizden (Türk’lerden) yüzünü Çerkez’lerden almışsın Kevser’ diye. Her zamanki gibi tebessüm etti. Bayan tebessümdü o. Ahıska Türk’ü dedim de: Ardahan’da izini kaybettirdi üç beş saat. Paneldi, sunumdu, âşıkların gösterisiydi; hiç birimiz fark etmedik bile. Sabah Artvin’e doğru yola çıktık. Dünkü kayboluş öyküsünü bana anlatınca, - bu güzel hikâyeden kimse mahrum kalmamalı düşüncesiyle - hemen otobüsün mikrofonuyla buluşturdum kendisini: Meğer Posof’a gidip anne tarafından dedesinden, hep dinlediği ama hiç mi hiç görmediği akrabalarına kavuşmamış mı; hem de ne enteresan rastlantılarla. Ancak masallarda veya filmlerde rastlanabilecek bir kavuşma hikâyesiyle. Ardından, akşam yemekte annesinin bu kez annesi tarafından, hiç ama hiç görmediği bir akrabasıyla tesadüfen kavuşmasını anlatmasın mı? Öyle etkili, öyle zengin, öyle tasvirli bir anlatım ki; hepimiz gözyaşı seline boğulduk. Hem de iki dakika arayla. Üst üste. Harbiden ama. Ağlattın bizi, alacağın olsun kız. O günden itibaren ona ağlatan kız unvanı verdik. (Ben verdim daha doğrusu.) Evet, hakkında yazacak çok şey var daha, onun. Kafilenin en mükrimesiydi mesela. (İkramda yarıştık galiba biraz. O beni geçti ama.) Yer azlığından burada kesmek zorundayım. Daha Erzurum’da Üç Kümbetler’de kurumdaşı/meslektaşı Safiye kardeşime (Önal) yaptığımız, - onun da hemen inanıp sevinç duyduğu - ‘Sana, içinde Saltuklu Padişahı Saltuk Beyin eşi Safiye Sultan’ın yattığı Üç Kümbetlerin önünden fotoğraf gönderiyoruz’ yalazasını anlatmadım. Sonsöz: Ağlatan kızımızdı o bizim. Aslında yüzümüzü güldürenimizdi. Her eve lâzım kız. Her kuruma lâzım öğretmen-yazar. (Pasof’daki akrabalarının portresini o kadar güzel ve başarılı anlatınca, kendisine portre yazarlığı teklifinde bulundum, Safiye ben Kevser; önümüzdeki günlerde porte eğitimine başlama kararı aldık. Kork şimdi bizden, ey portre edebiyatı.)

      

Gökhan Akçiçek (Şair, TYB Ordu Şubesi Başkanı):

Çocuk şair. Yok yahu, yapma dediğinizi duyar gibiyim. Evet, haklısınız. Altmışına bastı, tamam. Ben de biliyorum. Ama dizelerinde, bakışlarında; gözünde yüzünde sesinde; hep bir çocuk tınısı var onun. Ne güzel. Ama hiç değişme Gökhan. Hep böyle büyü. Böyle yaş’lan. Böyle yaş’al kardeş. Ordu’nun (Seçluk Küpçük ile birlikte) gülen yüzüydü. Yüzümüzü güldüren de. Belli ki çok çırpınmış bizleri güzel ağırlamak için. Kaç kurum, kaç tepe, kaç kitap. Hatta kaç yemek. İkram ettirdiği Ordu Yahnisi de Boztepe’de D. Mehmet Doğan riyasetindeki derin musiki muhabbeti kadar lezzetliydi. İkisinin de tadına doyamadık. O kadar ki iki saatliğine geldiğimiz Ordu’dan beş saatte ancak ayrılabildik. (Bu nedenle Çorum’a gündüz değil yatsı vakti ulaşabildik.) Ordu’yu zaten severdik. Boztepe’den temaşayı da. Bu sefer Gökhan bize daha bir sevdirdi şehrini. (Bu vesile ile davet edip getirdiği can dostum Selçuk Küpçük için de teşekkürler ona.) Ayrılırken de diş kirası olarak hediye ettiği son şiir kitabı için de ayrıca teşekkürler.  

H. Ömer Özden (Prof. Dr. Erzurum Atatürk Üniversitesi):

Bay felsefe. Yüzüyle gözüyle sözüyle bay felsefe Yüzünün sağına ve soluna uzanan uzun ve kabarmış saçları ona felsefe kitabından çıkıp gelmiş izlenim veriyor. Bu da ona çok yakışıyor. Onun sevdiği tabirle, ‘Einstayn’ın benzediği adam.’ Onu seksen bin kişilik Olimpiyat Stadyumuna içine atın, karıştırın. Burada filozof kim, bulun? Diye bir yarışma yapın. Her 100 kişiden 99’u onu gösterecektir. Bundan hiç kuşkumuz yok. Has Erzurumlu. İspatladı bunu. Anlatayım: Beş sene önce, yine TYB’nin organizasyonuyla 40 yazar on gün süreyle Edirne’den Mostar’a adıyla şehir şehir, ülke ülke dolaşmış, dönüşte de katılan her yazarın küçürek portrelerini yazmıştım. Aradan beş sene sonra Ardahan’da yarenlik ederken, ‘galiba unuttun, beni yazmamıştın o zaman?’ deyince çok üzüldüm. Sahi mi? Olamaz dedim.  O ise gözlerinin içi gülerek, üzüme ağabey olur böyle şeyler diye hoşgörü kontratı uzattı önüme. Eyvallah yüce gönüllü dost. D. Mehmet Ağabey de şahitti. Mehmet Ağabey; Ömer Hoca Erzurumluyum diyor ama mümkün değil. Ben Ömer kardeşimin Erzurumlu olmadığını ispatlayabilirim. dedim. Neticede Mehmet Ağabeyi hakem tuttuk. Ben Erzurumluların milli sporu küsmektir, derler. Ömer unutuşuma küsmediğine göre Erzurumlu değil, dedim. Mehmet Abi noktayı koydu: Fahri haklı! Ömer Hoca ise nihai imzayı attı: Has Erzurumlular küsmez. Ben has Erzurumluyum. Siz hep çakmalarla karşılaşmışsınız! Eyvallah, demekten ayrı bir şey gelmedi elimizden. Ardahan’da D. Mehmet Doğan’ın ‘aramızda sünneti seniyeyi (dört evlilik) ittiba eden var mı?’ sorusuna, ilk o cevap verdi, kahkahalar arasında: “Yok. Ben kendimi biliyorum, yok!”

Halil İbrahim Özdemir (Şair, TYB Erzincan Başkanı):

Diğergam ağabey. Dört başı mamur şube başkanı. Cömertlik abidesi. Haza başkan. Haza organizatör. İlk konaklanan akşamın ev sahibiydi. Kahvaltıdan sonra Erzincan’ı gezdirdi bize. (Erzincan’ı dediysek, bizim Adapazarı gibi, ovada kurulu olup her yirmi beş yılda yıkılan bir kentte, tarihî nereleri gösterebilirdi ki, sadece türbeleri. O da öyle yaptı.) Terzi Baba ile müşerref olduk. Ve bilumum evliyalarla, kahramanlarla. Sonra Üzümlü ilçesindeki bahçesinde havuz olan evinde ağırladı bizi. Harika hem de. Bahçesinden koparıp yediğimiz üzümler de güzeldi ama en güzeli, kafilece, üç gün üç gece yiyip bitiremediğimiz şahane üzümler ve yeşil elmalarıydı. Sayende anladık ağabey; Erzincan dört şeyden ibaretmiş: Terzi Baba, kara üzüm, yeşil elma, bir de Halil İbrahim Özdemir.) Temizlik duruluk sadelik zirvesi ağabeyimiz.  Benim sık sık ‘yine keramet gösteriyorsun ağabey’ sözüme ‘biz ancak kiremit gösterebiliriz’ tevazuuyla mukabele etti. Tartışmasız kafilenin en iyi hazırlanılan ve organize edilen şehriydi onunkisi. Ekibi ile birlikte. En güzel mekânı da onunkiydi. Deprem paneldeki konuşması, ertesinde okuduğu şiiriyle de göz doldurdu. Samimiyet ve misafirperverliği hep birinci sıradaydı. (Her katılımcıya hediye ettiği sanat tablolarıyla da şehrini unutulmazlar arasına sokmayı başardı.) İbrahimî adam. İbrahimce adam. İbrahim’den adamdı. Var olasın ağabey.

Haftaya: Halit Yıldırım, Hanefi İspirli, Hasan Yücel Başdemir,                                                                        İlhan İşman, İsmail Bingöl, İsmail Bozkurt, Mahmut Erdemir, Mahmut Kaya.