Arzu Özdemir (1979 Elazığ doğumlu, Küçürek öykü yazarı. Sekiz senedir Karasu’da TDE öğretmeni. Hece Yayınlarından çıkan ‘Dil Sürçmesi’ ve ‘Kısa Devre’ iki kitabı bulunmaktadır. Öyküleri İzdiham dışında Karabatak, Hece Öykü, Hece, Muhayyel, Barbar, Mahalle Mektebi, Aksi Sanat, Adalya, Kanon 2010, Dergâh dergilerinde yayımlandı.)

Öykü serüveniniz?

Zaten okumayı çok seven biriydim, küçük yaşlardan itibaren. Birinci sınıfa başlayıp okuma yazmayı öğrenecek olma düşüncesi bile beni çok heyecanlandırdı. Uyuyamadığımı hatırlıyorum. Abime benden önce okuma yazmayı öğrendiği için, ona imrenirdim. Ben okula gitmeden önce okumayı öğrenmedim ama bildiğim harfleri yan yana getirip babama sorardım: Baba ben ne yazdım şimdi, diye. O hiçbir şey yazmamışsın, dediğinde de hem hayal kırıklığına uğrardım hem de anlam veremezdim. Zannederdim ki harfler yan yana geldiğinde illa ki anlamlı bir kelime çıkıyor. Belki de kelimelerle bu kadar çok oynamayı sevmem, onların büyüsüne inanmam ta o yaşlarıma dayanıyor.

Edebiyatı hep çok sevdim. O yüzden edebiyat bölümünde okudum. Hep acemice bir şeyler yazdım, durdum. Ama asıl mecramı bulmam yüksek lisans yaparken küçürek öykülerle tanışmamla oldu. Sanki bir yitiğimi bulmuş oldum: İşte bu, dedim. İşte bu. Günlük hayatında fazla konuşmayı sevmeyen, lâfı dolandırmayan, sözün kısasını tercih eden biri olarak bu türü karakterime çok uygun buldum. Ve ben de küçürek öykü yazmaya, böylelikle başlamış oldum yirmi üç - yirmi dört yaşlarımdan itibaren. Ancak küçürek öykülerimi yayımlatabilmem on dört yıl sonraya nasip oldu. Çünkü küçürek öykü hacmi yüzünden kabul görmeyen hatta küçümsenen bir türdü. Zamanla hem kısa yazmanın değeri anlaşıldı hem de hız çağının bir gereği olarak küçürek öykülere de gereksinim duyuldu. Bu durum da benim yolumu açtı. Sadece iki kitap çıkarmış olmama rağmen üniversite hazırlık kitabında, tezlerde adım geçti. 

 

Öyküye bakışınız?

Küçürek öykü yazdığım için benim öyküye yaklaşımım minimalist. Amacım yazdığım öyküyü fazlalıklardan arındırıp en sade formuna kavuşturabilmek. Öykümden işlevi olmayan sözcükleri çıkarmak gerektiğini düşünüyorum. Bu düşüncemin oluşmasında hem içinde bulunduğumuz hız çağı hem de benim sözün en kısasını tercih eden karakterim etkili. Küçürek öykü bir kâğıttan kelepçelerle tutsak edilmiş çağcıl mahkûmların bir çığlığı gibidir. Keskin ve tiz olmalıdır. Çığlık uzarsa nağmeye dönüşeceği için küçürek öyküde makbul olan kısalıktır.    Küçürek öykü yazarının amacı bizi sarsan muhtelif bir an’ın fotoğraflamaktır. Betimleme yapmadan, yorumda bulunmadan, serinkanlılıkla bizi şoke edecek, sarsacak an’ı kadraja alır. Ben okuyucumla bir nevi elim sende oynamayı seviyorum. Ona dokunup daha yerinde bir ifadeyle vurup sonra hızlıca kaçmak onu yanından. Söz konusu fotoğraf çekilmeden önce ne oldu, sonrasında ne olabilir? Olay nasıl başladı ya da bitti? Sözü edilen kişi, ne gibi fiziksel ya da ruhsal özelliklere sahip? Olayın geçtiği mekânın betimi nasıl? Bunlar gibi birçok askıda bırakılmış öğe, okuyucunun düş gücü ile paralel olarak inşa edilebilir küçürek öykülerde. Zeigarnik Etkisi’nin (tamamlanmamış şeylerin tamamlanan şeylere göre daha çok akılda kaldığını ileri süren psikolojik kavram) sağladığı olanaklardan faydalanılarak yazılan küçürek öyküler, okuyucuya sunulan bir ikramdır aslında. Onun varlığını kutsamaktır. Öykünün onun için yazıldığını ilan edip Yazma eylemine sen de katıl! çağrısında bulunmaktır. Bu sebeple küçürek öyküler akılda daha çok kalabilir. Çünkü okuyucunun öyküyü zihninde dolaştırmasına imkân tanınır. Klasik anlamdaki bir çözüme ulaşılmamış, olayı oluşturan unsurlarda boşluklar açılmıştır çünkü. Küçürek öyküler etkisini eksikliğinden alan ve okuyucusunun zihninde tamamlanmayı bekleyen ele avuca hatta bir tanıma sığmayan anlatılardır.

Öykü yazmanızın nedeni; - bir diğer ifadeyle - Adalı bir öykücü olarak öyküleriniz bize ne söylüyor?

İçinde bulunduğumuz çağda zaman çok çabuk geçiyor. Ne zaman sabah ne zaman akşam oluyor, bilemiyoruz. Değerli yaşamımız değersiz şey’ler uğruna heba ediliyor. Bir yere gidiyoruz, fotoğraf çekeceğiz diye o an’ı yaşayamıyoruz. Kayıp gidiyor ömür, farkında değiliz. Çok sevdiğim bir Hadis-i Şerif var: Allah’ım hayretimi artır! diye dua edermiş Peygamber Efendimiz. Bu ne demek? Hayatın, kâinatın asıl manasını görebileyim ve varoluşun bir mucize olduğunu idrak edip yaratılış sebebime ihanet etmemeyim… Hayatımız bir mucize, bedenimiz ve onun işleyişi bir mucize, her kış ayında tabiatın ölüp baharda tekrar dirilmesi bir mucize. Küçücük şeylerde en büyük mucizeler saklı. Sadece insanoğlunun  bir damla sudan yaratıldığını düşünsek bile yeter Allah’ın yüceliğini idrak edebilmek için. O yüzden deniyor ya Kuran-ı Kerim’de, Allah, küçük bir şeyi misal vermekten çekinmez diye. Niye yazıyorsunuz, sorunun cevabına bu da eklenebilir: Varlığımı kutsuyorum ve sıradanlaştırarak değil, hayret ederek bir yaşam sürdürmek istiyorum. Kendi arayış sürecimde keşfettiklerimi öyküleştirerek bir nevi cisimleştiriyorum. Unutursam hatırlayayım diye, başkaları da belki istifade eder diye.

Sakarya’nın tarih boyunca yetiştirdiği 30 ulusal şair ve yazarın, Sait Faik’ten en gençleri Sinem Torun’a… “ 16’sı öykü yazarı. Sizce Adapazarı’ndan bu kadar çok öykü yazarı yetişmesinin nedeni ne olabilir?

Ben Elazığ’da doğdum. Sekiz senedir de Sakarya’nın Karasu ilçesinde yaşamaktayım. Kendimi bir Elazığlıdan çok Adalı gibi hissediyorum. Çünkü Elazığ’da doğmayı ben seçmedim ama yaşamımı burada sürdürmeyi ben seçtim, seçiyorum. Allah nasip ederse de seçeceğim. Sözümü şuraya getirmeye çalışıyorum. Sakarya hem doğası hem de tarihi bakımından güzide bir şehir. Adını koyamadığım bir aurası var. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim; ben hayatımın en verimli en güzel yıllarını bu şehirde yaşadım. Bu şehir bana iyi geldi.  Cüce binaları, bisikletimle okuluma gitmeyi, yolda karşıma bir inek, bir koyun çıkmasını seviyorum. Kendimi fıtratıma uygun yaşamış gibi hissediyorum. Evet, evet… Sakarya’nın insana iyi gelen, onu sağaltan bir ve bu sayede onun derinleşmesini sağlayan bir etkisi var. Bence Sakarya’nın başta Sait Faik gibi edebiyatımızda kilometre taşı olan bir isim olmak üzere bu kadar çok öykücü çıkarması tesadüf değil. 

 

Ayşenur Gülsüm (1992 Adapazarı doğumlu, öykü yazarı, Ankara’da yaşıyor. Boğaziçi Üniversitesi Türk dili ve Edebiyatı yazarı. Üç ulusal yarışmada öykü ödülleri aldı. Değişim Yayınları’ndan Kuşlu Dualar’ adlı öykü kitabı çıktı. Öyküleri Dergâh, Hece, Hece Öykü ve Irmak dergilerinde yayımlandı.):

Böyle soruşturmalar, özellikle “Adalı Öykücüler Bize Ne Söyler?” gibi çok geniş bir çatıya sahipse; “okumaktan mana ne, yazmaktan maksadım ne, edebiyat ne işe yarar” sorularının kişisel cevaplarını kelimelere dökebilmek için eşsiz bir fırsat sunar aslında. Ben de bugün için bu sorulara, çok üzerine çalışıp revizeler yapmadan - çünkü kendim de en saf haliyle o düşünce izleğini takip etmek istiyorum - birkaç maddelik bir cevap listesi hazırladım.

İlkokulda tutmaya başladığım günceleri saymazsak, kamunun kritiğine açık yazdığım ilk metinler ortaokul yıllarına ve yine günce türüne dayanıyor aslında. Babamların 2001 yılında Irmak Dergisi’ni çıkarmaya başlamasıyla bu şehrin kültür sanat üretiminin ve çevrelerinin yakın bir müşahidi olmuştum. Üretenlerden birine dönüşmem de, yine babamın teşvikiyle, henüz daha yedinci sınıfa giderken; her sayının son sayfasında yer alan, çok değil iki üç paragraflık günceler kaleme almamla başladı. “Niçin yazıyorum?” sorusuna o tarihten beri içimde bulduğum ilk cevap da hep şu oldu:

a. Hatıranın ve o anki duygunun yaratıcı bir ürüne dönüştürülerek muhafaza edilmesi

Edebi üretime belki de günce türüyle başladığım için, hatırayla, ki benim hatıram olması şart değil; yaşananla yazılan arasında muğlak bir çizgi var benim nazarımda. Fantastik olana hiçbir zaman ilgim ve meylim olmadı örneğin, daima yaşanan ya da yaşanması mümkün olanla ve duygularla ilgilendim.

Edebiyatın sağaltıcı gücünü tecrübe edebilmeniz için de sahici bir kayıp yaşamanız gerek. Benim için bu keşif, dedemin vefatını kaleme aldığım Hiç Dedemiz Kalmadı öyküsüyle gerçekleşti. Daha evvel hiçbir yakınımın kaybına şahitlik etmemiştim ve çok küçük değil, on sekiz yaşında olmama rağmen, geceden sabaha kadar artık nefes almayan o çok sevdiğinizin kişinin, karnının üzerinde bir bıçakla saatten saate soğuyuşuna şahitlik etmek, eğer öyküsünü yazmasaydım baş edebileceğim bir görsel değildi hafızamda. 12. sınıfta üniversite sınavına hazırlanan, yatılı okul talebesiydim. Bir öykü kaleme alabilmem için tüm yatakhanenin uykuya dalmasını beklemem, ışıklar sönünce de sessizce etüt odasına süzülmem gerekmişti. Birkaç saat sözünü ettiğim o görselin ve cenaze gününü ve içimdeki duygunun nasıl kelimeleştirilebileceği üzerine kafa yorup durdum elimde kâğıt kalemle. Ki hâlâ hep kurşun kalemle ve deftere yazarım. Şimdi geriye dönüp bakıyorum; kendimi sağaltmak için yazmadım o gece o öyküyü ama o birkaç saatin sonunda ve elimdeki o bir şeyle kendimi sağalmış buldum. Böylelikle edebiyatın yeni bir “ne işe yarar”lığını keşfetmiş oldum. Bir daha da, çok şükür, öylesi duygu yüklü bir üretimim olmadı hiç.

b.  O yaratıcı metnin bizatihi kendisinin fiyakalı bir hatıraya dönüşmesi

Enka Okulları’nın Yazadurmak öykü ve şiir yarışması, baktım hâlâ devam ediyorlarmış, benim mezun olduğum lisede çok popülerdi, her yıl muhakkak katılanlar olurdu. Ve benim katıldığım yıl müthiş heyecanlandıran da bir jürisi vardı: Şimdi rahmetli Yaşar Kemal başta olmak üzere, Jale Parla, Doğan Hızlan, Nurdan Gürbilek hatırladığım isimler. Ön eleme jürisinin başında da Necati Mert vardı. Şimdi yine geriye dönüp baktığımda, yarışmalara katılmak benim gibi içedönük bir karakter için şaşırtıcı ama mezun olduğum lisenin o yıllarını görseydiniz vakayı adiye sayılırdı. Cemil Meriç Sosyal Bilimler mezunuyum ben ve edebiyat öğretmenimiz Ercan Yılmaz sayesinde ilk gençliğin o çok sancılı hallerini hep üreterek atlattık. Hülasa ben de o yıl bizim okuldan pek çok öğrenci gibi bu öykümü yarışmaya gönderdim. Yazadurmak’ın bir özelliği de ödüllerinin maddi bir karşılığının olmamasıydı, ne vereceklerini de ilan etmezlerdi, o gün ödül töreninde öğrenir sevinirdiniz. Asıl ödül dereceye girebilmekti. Çünkü tüm finalistleri davet ederlerdi ödül törenine, birinci mi ikinci mi, yoksa sadece finalist mi olduğunuzu bilmezdiniz, yine onu da tören esnasında öğrenirdiniz. İkinci maddeye, yani fiyakalı bir hatıra örneğine bunu seçme sebebimi şimdi anlayacaksanız, birinci olmuştum ve birincinin ödülü şuydu: Ödülünü Yaşar Kemal’in elinden almak.

c. Yaşanmış Olanda Yazınsal Olanı Keşfetmeye Çalışırken Zihnin Oyun Alanına Dönüşmesi

 

Sakarya’nın tarih boyunca yetiştirdiği 30 ulusal şair ve yazarın, Sait Faik’ten en gençleri Sinem Torun’a, 16’sı öykü yazarı. Sizce Adapazarı’ndan bu kadar çok öykü yazarı yetişmesinin nedeni ne olabilir?

Üç ve dördüncü sorulara birlikte cevap vereceğim müsaadenizle. Biz, sosyal bilimler lisesinin ilk birkaç yılının mezunları olarak, nitelikli metinlere ilkgençlikte rastlama talihine sahibiz. Ben öykülerimde okura seslendiğimde bunun metafiction olduğunu ya da beni çok heyecanlandıran o Oğuz Ataylara kendimce tatlı göndermeler yaptığımda bunun intertextuality (metinlerarasılık) olduğunu, bir Rus biçimci Victor Shklovsky’nin alışkanlığı kırma tekniğini kullandığımı üniversitede edebiyat okumaya başladığımda öğrendim. Sorsanız ismini söyleyemeyeceğim, bir teknik olduğunu dahi bilmediğim bu teknikleri nasıl kullandım? İyi yazarları farkında olmadan taklit ederek. İşin terminolojisini ve tarihini öğrendiğimde fark ettim ki benim zihnim postmodern, oyunlu metinler üretmekten keyif alıyormuş. Bir kitaptan, bir de kitaptan sonra yazdığım bir öyküden örnek vereceğim: Rüya Yazgıdır, kitabın ikinci öyküsü, bir trende geçiyor ve o öyküyü kurarken çıkış noktam şuydu, treni nasıl sadece bir mekân değil de zaman olarak da kullanabilirim? O sürekliliği, okur metin içinde ilerlerken aslında karakterlerin de o esnada hareket halinde olduklarını, kurmaca ve gerçek olmak üzere iki ayrı evreni nasıl eşzamanlımı şekilde akışta tutabilirim? İkinci örneğim de Hilmi Yavuz’un Bulanık Defterler’de okuyup çok heyecanlandığım bir hatırasını öyküleştirme sürecim. Çocuk Hilmi’nin Kocamustafa Camii ve Sümbül Efendi Hazretlerinin türbesini ilk ziyaretinin heyecanını anlatır Hilmi Yavuz. Yine öyle bir öykü yazmak istiyordum ki içinde hem Çocuk Hilmi’nin bu heyecanı hem de Sinan’ın Sümbül Efendi oluşunun hikâyesi paralel ilerlesin. Karşılıklı sedirlerde uyuyan ve rüya gören iki kişi hayal ettim; biri Hilmi diğeri Sinan. Sinan’in Sümbül Sinan Efendi olması, bir veli olduğunu keşfi, keramet gösterdiği bir rüya görüp bunu Şeyh Cemalettin Efendi’ye açmasıyla gerçekleşir. O yüzden Sinan, önce bir rüya görmeli, ardından gördüğü bu kerametli rüyayı tabir ettirdiği bir rüya görmeli, kendi içinde iki katman demek. Şair Hilmi de, Sümbül ve Kuyu şiirini bu çocukluk hatırasından mülhem kaleme alır, öyleyse onun da bir katman derininde çocuk Hilmi olmalı. Böylelikle bir öykü evreni, kendi içinde iki kez daha derinleşir. Sonrasında öyküye şöyle başladım: “Şu an hikâyemizin iki kahramanı da rüyâ âleminde, bizi duyamazlar. Bu hikâyenin bir rüyâ olduğunu, senin de onu okumak yerine gördüğünü varsayarsak, uyuyan kahramanların sayısı üçe çıkar.” Okuru da öykü evrenine dahil ederek, çoklu öykü katmanlarına bir katman daha eklemiş oldum. Ve Üsküdar’da, İsam’da, bunu kurgulamaya çalıştığım ve öyküyü tamamlayarak kütüphaneden ayrıldığım o altı, yedi saati hatırlıyorum, edebiyatın ve kendi zihnimin sınırlarını keşfetmeye çalıştığım harika bir uğraştı, bu kez ürün değil, onu üretmek edimi çok lezzetliydi. O yüzden konuşmamı, bendeki bu katmanlı düşünme ve yazma becerisini geliştiren ve çok lezzet aldığım Borges’in ismini anarak tamamlamalıyım.