Bilge. Bilgemiz. Bizim bilgemiz. Çağımızın bilgesi. Bize bir bilgeyle aynı çağda yaşamanın onurunu yaşatan bilgemiz.
Gelecek yüzyılda, gelecek yüzyıllarda yüz binlerce aydın, - sanki Aristo der ki, Eflatun der ki, Gazali der ki, Ebu Hanife der ki, Tagor der ki, Mevlana der ki, İbni Arabi der ki, Hacı Bayram Veli der ki, Hacı Bektaş Veli der ki, Şekspir der ki, Geothe der ki der gibi - Sezai Karakoç der ki diye başlayacaklar birçok cümlesine. İnanın bana. Sizi temin ederim ki böyle olacak bu. Bunu biliyorum ben. Siz de biliyorsunuz. Okuyan düşünen yazan yazdıran hemen herkes de biliyor zaten bunu.
Sezai Karakoç son elli yılın - tartışmasız - en büyük bilgesiydi Türkçenin.
Onun yüreği Kudüs’çe attı, Mekke’ce attı, Medine’ce attı. Onun yüreği Türkistan’ca attı Bosna’ca attı Endülüs’çe attı. Onun yüreği Bağdat Bağdat, Kahire Kahire, Şam Şam attı. Onun yüreği Uganda’ca Filistin’ce Mora’ca attı. Gümülcine’yle, Silistre’yle, Bahçesaray’la beraber attı. Semerkant’la attı, Mogadişu’yla attı, Üsküp’le attı. Sezai Karakoç’un yüreği Müslümanca attı, Müslümanla atar, Müslümanî attı.
Sezai Karakoç’un yüreği İstanbul’la attı, İstanbul’da attı, İstanbulca attı. Bu sayılan merkezlerin, bu üzülen yüreklerin, bu bilinen hüzünlerin hepsidir de İstanbul; ondan hep İstanbul’la İstanbul’ca, İstanbul’da attı Sezai Karakoç’un yüreği. Anladınız siz onu şimdi.
Onun yüzü bir Mezopotamya yüzüydü, onun sözü bir Orta Doğu sözüydü, onun şiiri bir İslâm şiiriydi: Öylesine içli öylesine acılı öylesine buruk. İnkisara / kesintiye uğramış / uğratılmış bir medeniyetin sesi sözü özüydü de ondandı bütün bunlar.
Mazlumlar Sezai Beyce ağladı bu çağda, masumlar Sezai Beyce üzüldü bu çağda, maruflar Sezai Beyce düşündü bu çağda.
Onun şiiri elbette bir çığlıktır, bir isyandır, bir haykırıştır her şeyden önce: Bir başkaldırıdır, bir zalimlerin yüzüne vuruştur, bir cürmü meşhuttur / suçüstüdür.
Hüzün şiiridir hüzün çağında onun şiiri, elbette. Biliyoruz bunu. Ama o oranda umut şiiridir de. Haykırış kadar diriliş şiiridir de. Sezai Karakoç şiiri bir diriliş muştusudur aslında. Bir devrilişin ardından gelecek olan direnişin, dirilişin, yeniden oluşun şiiri.
Başka bir gezegendeydi adeta. Başka bir atmosferden baktı yeryüzüne. Başka bir zaviyeden haykırdı insanlığa dünyaya.
Hakikat medeniyetinin sesiydi o. Huzur ve sükûn medeniyetinin sesi. Doğu dedi, Batı dedi, Asya Avrupa Afrika, Latin Amerika kavramlarıyla konuştu yazdı üstadımız. Yeryüzü dışından baktı gördü söyledi yeryüzüne sözünü sesini şiirini adeta.
Uzviyetteydi, mahviyetteydi, uzliyetteydi Sezai Karakoç. Bir görünüp kırk kaybolan, bir söyleyip kırk susan bilgemizdi o bizim.
Siyasal Bilgiler Fakültesi yılları ona iki miras bırakmış oldu: Kendisi gibi büyük bir şair - dost, Cemal Süreya. Ve Mona Roza şiiri. ‘Mona Roza, siyah güller ak güller.’ Ki bu şiir tartışmasız yirminci yüzyılın en güzel aşk şiiridir de. Bir efsanedir, bir gençlik efsanesidir, bir şehir efsanesidir, bir ülke efsanesidir. Bu o kadar böyledir ki, 1970’lerde gençliğin teksir kâğıdı ile çoğaltıp dağıttığı bir şiirdir o. O dönem fotokopi, internet, facebook, instegram, twetter, watsap icad edilmemiştir daha. Şerha şerha, tekdir teksir, ezber ezber çoğalmakta dağılmakta ezberlenmekteydi vatan sathında Mona Roza. Bu kendiliğinden böyleydi. Kendiliğince böyleydi. Kendi kendine oluşmuştu. Ne şairi istemişti bunu, ne biz ezberleyenler: Hava gibi su gibi yağmur gibi doğal hâliyle gelişmişti.
Sezai Karakoç, gül şairidir en çok. Gülce yaşayan gülce düşünen gülce yazan bir kalp başka ne şiiri yazabilirdi ki?
Kâh Kâab Bin Züheyr’di o, kâh Hassan Bin Sabit; bazen Zünnûn-ı Mısrî’ydi bazen İbn-i Câbir. Mütenebbi’ydi, Ebu Nüvas’tı, Bûsirî’ydi yer yer. Aslında onun bir ömür yazdıkları güzellik kasidesiydi, zenginlik kasidesiydi, iyilik kasidesiydi; bürüyen, bütünleyen, birleyen kasidesiydi. Kuşatandı, kucaklayandı mısra mısra, dize dize, imge imge.
Son kırk yılda yaşayan en büyük Türk şairiydi. Eyvallah. Buna kuşku yok. Hikâyeler de yazdı piyesler de. Denemenin kralını da. Biyografiler de yazdı portreler de. Bir romanı yoktu belki; iyi ama Sezai Beyin hayatından büyük roman mı var edebiyatımızda.
Dün kadar yarının, bugün kadar geleceğin şiiridir de onun şiiri.
Âkif’li cümleler merhum Âkif, bir şiirinde söylediği gibi diye başlar, Necip Fazıl’lı cümleler Üstad diyor ki diye, bizim mahallede. Fethi (Gemuhluoğlu) Ağbidir, Cahit (Zarifoğlu) Ağbidir, Rasim (Özdenören) Ağbidir, İsmet (Özel) Ağbidir. Bir istisnası Sezai Karakoç’tu sadece bunun; ona Sezai Bey diye hitap edildi hep! Sezai Beydi daima o. Sezai Bey aşağı, Sezai Bey yukarı.
Âkif Âsım, Necip Fazıl Mehmedse, Sezai Bey Tahadır. Taha denince Sezai Bey gelmelidir akla. Geliyor da zaten.
Sevgi devrimcisi. Diriliş yolunun sevgiden geçtiğini en iyi o biliyordu.
Başka bir gezegenden, Diriliş Partisini kurarken indi yeryüzüne. Diriliş Derneği mi desek. Partiden çok dernekti kuruluşu zira. Ne fark ederdi ki. Sezai Bey altmış sene şiirle denemeyle hikâyeyle tiyatroyla portrelerle söylemişti söyleyeceklerini; sözünü geniş kitlelere parti üzerinden de söylemek istemişi. Elhak iyi de etti. Sezai Bey’in kurduğu partinin adı ne olabilirdi? Hiç kuşkusuz Diriliş. Öyle de oldu. Amblemi ne olabilirdi? Hiç kuşkusuz gül. Öyle de oldu.
17 Kasım 2021 tarihine kadar Türk edebiyatının en büyük birkaç yaşayan efsanesinden birisiydi Sezai Bey. Bu nedenle olmalı, yanına gideni göreni tanıyanı çok çok azdı her efsane gibi. Gidilip görülmek istenip de ayağın gitmediğiydi.
Diriliş Partisinin bizim gibilere en büyük armağanı Sezai Beyi dünya gözüyle görme imkânı bağışlaması; edebiyat mahfillerinde, yazarlık atölyelerinde yahut ileri yaşlarımıza torunlarıyla sohbetinde birçok sevenine ‘evet, ben Sezai Bey’i dünya gözüyle görmüş insanım’ cümlesini bağışlamasıydı. Bir seçim arifesiydi - hiç unutmam, 2003 seçimleri olmalı-: Adapazarı Gar Meydanı’nda Diriliş Partisi mitingi vardı. Dört beş basamakla çıkılan düz bir yükseltide bir kürsü, -üşenmedim saydım - yirmi altı de dinleyeni. Polis sayısı üç katıydı dinleyenlerden. Oradaki yirmi altı muhteşem izleyiciden birisi de bu satırların sahibiydi elbette. Kürsüde - neredeyse kaybolan - ufak tefek biri, esmerce, saçları ağarmaya yüz tutmuş uzunca bir baş, sanki yirmi altı bin kişilik kalabalığa konuşurcasına coşkulu kararlı çenesi hafif kalkık başı dik bir efsane. Üstadı kitaplarından okumaya ve sevmeye devam etmek üzere sekizinci dakikada ayrıldım meydandan. Diriliş öyküsü yahut Diriliş Partisi öyküm budur benim. Bu kadardır. Buncadır.
Partiyi kaderinin ona çağrısı görüp kurduğunu biliyoruz. Bu nedenle yine yeni yeniden kurduğunu da. Diğer partilerin kartondan naylondan olduğunu ortaya koymak amacıyla partileştiğini de.
Yarım asırdır Sezai Bey okuyoruz konuşuyoruz. Az biraz da yazıyoruz. Elli yıl sonra üç cümle ile Sezai Karakoç’tan geriye kalan nedir, topluma ufuk açıcı, iz bırakıcı, etkileyici üç eseri nedir diye bir anket yapılsa, onu tanıyan ve sevenler, - sanıyorum kahir ekseriyetiyle - üç eseri üzerinde ittifak edilebilir: İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Mona Rosa şiiri ve Diriliş dergisi/partisi.
Sezai Karakoç’tan sana kalan üç şiir deseniz: Hiç düşünmem, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine derim, Eleğimsağma derim, Köpük’ten derim. Bir de Balkon. Her şair bir dizeden ibaretse eğer, Sezai Karakoç benim için şu birkaç dizedir: “Verilmemiş hesapların korkusuyla / Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim / Af dilemeye geldim affa layık olmasam da / Sevgili / En sevgili / Ey sevgili /
Uzatma dünya sürgünümü benim.”
Kurduğu Diriliş oluşumu bir tarafıyla mirastı evet, diğer yandan yepyeni bir doğumdu. Öyle gördü, öyle hissetti, öyle yazdı, öyle yaşadı, öyle oluşturdu.
Ömrünü Diriliş Neslini emzirmeye adamıştı. Emzirmeye, büyütmeye arıtmaya.
Eylem şairiydi. Eylemi Dirilişti. Dirilişeydi, Dirilişçeydi. Unutuş ve Hatırlayıştı.
Yaradan’ımızdan Gül Muştusuydu o bize. Göğümüzdeki Eleğimsağmamız.