Dorian Gray, Victoria Dönemi Britanya’sında yaşayan aristokrat bir genç erkektir; onu gören herkesin uğruna ruhunu feda edeceği denli güzel bir erkek. Bu ilahî güzelliği ebedileştirmek adına ressam dostu Basil, tablosunu yapar Dorian Gray’in. Eser tamamlandığında, genç aristokrat gördüğü güzellik karşısında çok etkilenir. Sahip olduğu güzelliğin, yıllar geçtikçe solup gideceğine, yaşlılığın çirkinliği ile tanınmaz hale geleceğine dair duyduğu kederle bir dilekte bulunur. Dorian, zamanın izlerinin yalnızca tablodaki figürde fark edilmesini, öz varlığının ölümsüzlüğünü arzular. Bu öyle bir dilektir ki, okuyucuyu derinden düşündürecek olan “benlik-bilinç-yaşam” vurgusu Oscar Wilde’nin kaleminden esere mücevher değerinde bir kurgu olup yerleşir:
“Sonsuz gençlik, sınırsız arzular, ince hazlar, çılgın mutluluklar ve bu mutluluklardan bile daha çılgın mutluluklar; işte bunların hepsine sahip olacaktı. Tüm bu utançların yükünü ise bu resim taşıyacaktı.”
Öyle de olur romanın akışında. İlk günahın derin izleri, bir aşk intiharı ile tablodaki figürün dudak çizgilerine zalimce yerleşir. Dorian Gray’in geçici hevesine koşulsuz bir aşkla karşılık veren genç ve yoksul bir oyuncu kız, terkedilmenin kederine dayanamayarak ölümü seçer. Dilek kabul olmuştur; yıllar içinde gerçekleşen her bir günah mucizevi güzellikteki portrenin korkunç yazgısıdır artık.
Okuyucu olarak biz de fark ederiz ki, Oscar Wilde, kahramanı üzerinden bireyin erdemlerini sorgulayabilme, yanlışları ile yüzleşebilme potansiyelini önümüze serer. Lakin yarattığı kahraman ömrünün sonuna kadar bu mucizevi tabloya bakmaya cesaret edemez. Ucubeye dönen figür üstüne atılan ağır kumaş bir örtü ile gizlenerek kimsenin göremeyeceği bir yere kaldırılır. Dorian, güzelliğini sonuna kadar yaşayarak günah denizinde yüzerken artık her bir günahın yansıdığı aynanın adıdır Dorian Gray’in portesi.
Oscar Wilde’in tek felsefi romanı olan ve döneminde ağır eleştirilerle karşılanan yapıt, okuyucuyu edebî yönüyle tatmin ederken felsefi boyutta da hazlar sunuyor; büyük eserleri okurken hissettiğimiz doygunluk da bu sebeple olmalı.
Dorian Gray’in mucizevi portresi, “özgül ağırlık” kavramı ile özdeştir kanımca. Niyet ve bilinç birliği oluşturduğumuz eylemlerimiz, bizim özgül ağırlığımızdır. Aynı eylemleri gerçekleştiren iki insandan, birinin vardığı sonucun diğerinden daha etkileyici olduğuna tanıklık etmez miyiz hayat boyu? Tıpkı cansız varlıklarda olduğu gibi; aynı hacme sahip iki nesneyi tarttığımızda da çok farklı ağırlıklara sahip olduğunu tespit ederiz.
Düşünce akışımızı romanla örtüştürmeye devam edersek görürüz ki, Dorian’ın özgül ağırlığı portresindeki değişimlerle somutlaşır; yozlaşma büyüdükçe portre çirkinleşerek değişir. Tüm hayatının sırrı saklıdır artık o resimde. En kötüsü de her şeye rağmen can veremeyecek, sonsuz yaşayacaktır; eylemlerimizin, iyilik ve kötülüklerimizin unutulmayacağı gibi.
Çağımız, Oscar Wilde’ın kendi dönemi için vurguladığı, “çirkinliklerin, sınırsız özgürlük ve heveslerin çağı” tanımlamasının çok ötesinde artık. Tanımlar, algılar ve eylemler değişiyor; hayat başkalaşmaya devam ediyor.
Yaşadığımız sürecin dikkate değer bir hususu da karbon ayak izi. Bu iz, gerçekleşen eylemlerimiz sonucu açığa çıkan karbondioksit ya da sera gazlarının miktarıdır. Karbon ayak izimiz, gezegen üzerinde bıraktığımız izdir bir diğer tanımla. Meselemiz, karbon ayak izimiz ile özgül ağırlığımız arasındaki ayrımı doğru okuyabilmek olmalı; nicelik ve nitelik kavramlarının karmaşasından da belki böylelikle çıkabiliriz.
Dorian Gray’in aynası, yozlaşmış eylemleri ile değişime uğrayan portresi idi. Karbon ayak izimizin az, özgül ağırlığımızın ise dünyaya mutluluk ve iyilik getirecek denli çok olduğu bir yaşama dönüp baktığımızda, yüzleştiğimiz ayna sevinç kaynağımız olsun…