Priştina; Sultan Murad Koynunda Olduğu Sürece, Türk ve İslâm Kalacaksın Sen
Urumeli âşığı olduğum herkesçe malumdur. Urumeli meftunu olduğum kadar o coğrafyaya hâkim olduğum da. On sekiz yılda altmış bir kez sefer eylemiş bu fakir Urumeli’ne zira.
Şöyle bir soru sorsanız bana: Senin için Rumeli kimdir? Hiç düşünmem, Sultan Murat Han derim hemencecik.
En sevdiğin şehir hangisidir? deseniz. Üsküp’ü, gömülmeyi vasiyet edecek kadar sevdiğim doğrudur. Prizren’de huzur ve sükûn cennetinde kaybolduğum da. Silistre’de Tuna Nehri üzerinde dolaşan dev gemilere baka baka fetih rüyaları gördüğüm, güzeller güzeli İşkodra’nın Mehmet (Muhammed) ve Ebubekir camilerinden - yeniden - ayağa kalkacağına inandığım, Selanik rıhtımında eski ihtişamların coşkusuyla yürüdüğüm de doğrudur. Gostivar’da kendimi şehrimde hissettiğim, Kırcaali’de plakaları 82 okuduğum, Sarajevo’da ‘işte şehrim / stan poli’ dediğim de doğrudur.
Sözü uzattım, biliyorum. Ama Rumeli’de daha nice sevdalısı olduğum şehirler olduğundan, kolay cevap veremediğimi bilin istedim.
Soruyu yinelemeliyim: Urumeli’nde en sevdiğiniz şehir? Cevap veriyorum artık, şaşırın: Priştina.
Ne bulunuyorsun sen bu kaotik Priştina’da ey seyyah dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız. Ozan’ca konuşayım: Güzelliğin on par’etmez / Bu bendeki aşk olmasa.
Kosova Ovası’nın ortasında Balkan Fatihi, şehidimiz Murat Hüdavendigâr uyuduğu sürece, ben şehre bakmam, bakamam dostlar. (İtiraf ediyorum, türbeye on yedi kez gittim, sadece dördünde Priştina içine girdim. Diğerlerinde Priştina’ya el sallayıp kıyısından geçip döndüm.)
Kalbimi iyice anlayabilmeniz için bir anekdot size: Malum yaşadığımız şehirler ve babaevimiz dışında seferiyizdir. Bilindiği gibi seferi hâlde de farz namazlar dört rekattan ikiye düşer. İsteseniz de öğlenin, ikindinin, yatsının farzını dört kılamazsınız! Bunun tek istisnası şehriniz veya baba ocağınızdır.
Yine bir gün Sultan Murat Türbesi’ndeydim. Abdestim de var. Öğleni kılmamışım. İkindiye yarım saat var yok. Sultan Murad Han’ın mezarının bir metre kadar kenarında niyetlenip namaza durdum. Kaç rekât kılacağım peki farzı? Dört mü? Hayır, iki. Seferiyim ya. Kalbime danışayım dedim: Dört dedi. Neden iki değil de dört dedim. Baba ocağındasın ey seyyah, unutma! Osmanlı sultanının dizinin dibi baba ocağı değil midir? Hak verdim kalbime, dört rekâtla eda ettim namazı. Hadise budur.
Sultan Murat Han’ımız, Priştina’nın beş altı kilometre batısında 1389’dan beri, Kosova Meydan Muharebesi zaferi sonrası savaş meydanında dolaşan hain bir Sırp hançerinin şehit etmesi sonrası, orada mukim ve meskûndur.
Murat Hüdavendigâr Türbesi Priştina’nın tapu senedidir. Sadece Priştina’nın mı? Bütün Rumeli’nin.
Önemli bir ayrıntı daha; Priştina’dan türbeye doğru yol alırken sağa doğru bir bakın. Dev bir abide/heykel göreceksiniz: Obiliç Heykeli. Osmanlı’nın Kosova Meydan Muhaberesi zaferinin 600’üncü yılında, 1989’da, bu heykelin açılışında iki milyon Sırp’ın ovada toplanıp, Türkleri asıl şimdi yendik şeklinde zafer naraları attığını da buraya not düşmeliyim.
Ve içimde bir yara daha. Priştina’dan Türbeye gitmek için yola çıktığınızda, şehrin evleri bittikten üç yüz beş yüz metre sonra, ben kasaba diyeyim siz ilçe deyin, orta ölçekli bir yerleşim var. Sıkı durun, adı: Obiliç. Ekmeğini suyunu Türkiye olarak bizim verdiğimiz, bağımsızlığını ilk bizim tanıdığımız, halkının yüzde 80’inin Müslüman Arnavutlar’dan oluştuğu Kosova’nın, Murat Hüdavendigâr’a sinsice hançer fırlatıp şehit eden bu hain Sırp’ın ismini tez zamanda iptal etmesi gerekiyor, zannımca. Bu isim yok edilmeden bize huzur, onlara güven yok, diyeyim size.
Eee Fahri Tuna, Priştina dedik, hep Sultan Murat Han ve türbesini anlattın. Priştina içerisinde anlatacağın bir şey yok mu bize? Olmaz mı! Var elbette.
Priştina, bizim Eskişehir, Adapazarı büyüklüğünde bir şehir. Aşağı yukarı beş-altı yüz bin nüfuslu. Köy ve kasabalarıyla beraber elbet bu sayı. Merkezi iki yüz bin civarında. Osmanlı’da Kosova Sancağının merkezi. Bugün de Kosova Sancağının pardon devletinin (Not: Osmanlı’daki sancaklar-eyaletler bugünün küçücük devletleri zira) başkenti. Ülke nüfusu bir milyon sekiz yüz altmış bin. Üçte bir kadarı buraya, başkent ve civarına kümelenmiş durumda. (Bu oran Ankara için on altıda bir, İstanbul için beşte birdir.)
Derme çatma, plansız projesiz, kapanın elinde kaldığı, yapanın kafasına göre binalaştığı bir şehir görünümü vardır her zaman Pirştina’da. Hele de kenar yerleşimler. Bir gecekondu şehir düşünün. Ama binaları yeni ve iki üç hatta bazıları dört katlı olsun. Önden hiza filan olmasın. Hani bizim Karadenizlinin, arsa benim değil mi. Neresine kaç katlı bina yapacağıma belediye ne karışır. Dilediğim binayı yaparım misali bir şehir Yeni Priştina. Eski Priştina (Osmanlı’dan kalan) daha düzenli tabii.
Unutmadan, 1946’dan itibaren Sosyalist sistemle yönetilen Priştina’ya son on beş yılda Kapitalizm hâkim durumda. Doğal olarak da çok katlı binalar, alış veriş merkezleri, gösterişli ama insana soğuk yapılar, ki Sosyalist dönemde de farklı değildi, hızla çoğalıyor. Özellikle de şehrin giriş çıkış bölgelerinde.
Avrupa’nın en büyük Katolik Kilisesi’nin inşaatı da Priştina’da yükseliyor bu arada. Artık şehirde kaç yüz Hristiyan varsa.
Bizden (Türklerden) geriye ne kalmış Pirştina’da derseniz, söyleyeyim: Üç beş parça eser. Sosyalist yönetimlerin, bütün özgürlükçü söylemlerinin aksine Rumeli’deki Osmanlı eserlerinin yüzde 90’ını tahrip ettiğinin, bu Vandalizmden Priştina’nın da nasibini aldığını belirtmeliyiz.
Bizden kalanların en önemlisi Priştina Fatih Camii. Trabzon’un fethiyle yaşıt bu camimiz. 1461’de Fatih Sultan Mehmet Han yaptırtmış. Halen ayakta. Nasip oldu, Cuma kılmışlığımız da var bu güzel camide. Ekrem Hakkı Ayverdi’nin tabiriyle pek güzel camide. 1932’ye kadar yüzde 70’inin Türk olduğu şehrin bu en eski camisinde çoktandır hutbeler Arnavutça okunuyor elbette. Zaten şimdilerde şehirdeki Türk nüfusu da - ülke genelinde olduğu gibi - yüzde bir civarında. Klasik Osmanlı mimarisinin çok zarif ve hoş bir temsilcisiyle karşılaşınca içiniz serinleyecek, diyeyim size.
Priştina sokaklarında gezmişliğim dolaşmışlığım var bir miktar. Stadyumunu görmüşlüğüm de. Savaş sonrası yıkık dökük, metruktu. Zaten Kosova milli maçlarını bir süredir bu statta değil, komşu ülke Arnavutluk’un İşkodra’sında oynuyor, biliyorum. Kosova-Türkiye milli maçı da İşkodra’da oynanmıştı. (Hani şu maç dönüşü uçakta Arda’nın gazeteciye saldırdığı olaylı karşılaşma.)
Dönerini sevdim Priştina’nın. Çüftesini de. (Onlar köfteye çüfte, kebaba çebap diyorlar.) TYB ile gittiğimiz 2011’de, şehrin kıyısında, göl-gölet karışımı nezih bir ortamda bize balık ikram etmişlerdi. Aman Allah’ım, ne çok lezzetliydi o balık. Tadı hâlâ damağımda. Ortamın güzelliğinden mi bize öyle geldi, şiirlerin havada uçuşmasından mı, gerçek lezzetinden mi, karar veremedim. Belki de hepsi birdendi.
Bugün benim için Priştina, Türkçe öğretmeni Agnesa Raşit Hanım, Priştina Televizyonu Türkçe Haberler sorumlusu Feride Zeynullah, Sultan Murat Türbedarı Saniye Abla, Sultan Murat Rehberi Zekeriya Hocalar, YEE Priştina Müdürü Mehmet Ülker Bey… Ve Türkiye’de yaşayan Nurten Lahi kardeşimdir.
Şaşıracağınız iki bilgi daha size: İki ünlü cumhurbaşkanımız da Kosova kökenli ve Arnavut’tur. İlki Kenan Evren, Priştina’nın Mramor köyündendir. İkincisi, yaygın kanaatin aksine Süleyman Demirel, Priştina Arnavut’udur.
Arnavutları yakından tanırım. Tanır ve severim. Zira yirmi bir senedir, ilkin Arnavutların yerleştiği Adapazarı Beşköprü’de oturuyorum. Mizacen sert insanlardır Arnavutlar. Sert ve mert. Dağlı kavgacı inatçı uzlaşmasız bir yapıları vardır. Ama anlaştığınız zaman güvenilir ve merttirler. Besa dedi mi bir Arnavut, bir daha da sözünden dönmez. En büyük yemin ve senettir o.
Dönelim Kosova Savaşı’na yine. 1389. Aylardan Haziran. Bayram üstelik. Ortalık toz dumandır. Göz gözü görmemektedir. Sultan Murat Han açar ellerini Allah’a, şu meşhur duası dökülür dilinden: “Ya Rabbî! Bu fırtına, şu aciz Murad kulunun günahları yüzünden çıktıysa, masum askerlerimi cezalandırma! Allah’ım! Onlar ki buraya kadar sadece Sen’in adını yüceltmek ve İslam’ı tebliğ etmek için geldiler! İlahî! Bunca kerre beni zaferden mahrum etmedin. Daima duamı kabul buyurdun. Yine sana iltica ediyorum, duamı kabul eyle! Bir yağmur nasip eyle! Bu toz bulutu kalksın? Kâfirin askerini aşikâr görüp, yüz yüze cenk edelim! Ya İlahî! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben aciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrarımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızanı isterim. Ya ilahî! Bu mümin askerleri küffâr elinde mağlup edip helak eyleme! Onlara öyle bir zafer lütfet ki, bütün Müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününde şu Murad kulun yolunda kurban olsun! Ya İlahi! Bunca Müslüman askerin helakine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahş eyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim, yeter ki tek Sen beni şehitler zümresine kabul eyle! Asakir-i İslam için teslîm-i ruha razıyım. Tek ki, bu Müminlerin uğruna benim ruhum feda olsun. Beni gazi kıldın. Sonunda da lütfen ve keremen şehit eyle!”
Öyle de olur. Bir yağmur yağar, düşman ayan beyan olur. Sekiz saat cenk edilir. İslâm/Osmanlı Ordusu galip gelir. Dua kabul olur, o bayram gününde Sultan Murat Han, şehitler kervanına katılır.
Meşhed-i Hüdavendigâr (Sultan Murat Türbesi) o günden kalmadır bize.
Sultan Murat Han, bütün bir Rumeli’dir. Ve hep kalacaktır, dünya durduğu sürece. Kalbimizde.