BİRİNCİ ADAPAZARI

UZUN ÇARŞI’NIN ULULARI

Evvelki yazımda Adapazarı’nı neden üçe ayırarak incelemek istediğimi izah etmiştim. Bu yazıda ise Adapazarı’nın belki de hepimiz için en kıymetli hatıralarını da üzerinde taşıyan Birinci Adapazarı’nı anlatmak istiyorum. Adapazarı’nın bu halini anlamak için geleneklerin etkisinin daha yoğun olduğu günleri hatırlamamız gerekir. Cetlerimizden gelen, edep bilgisi, böyle bir ahlakla ticaretini yapan esnaf dükkânları, bu kaidelerle yaşamlarını şekillendiren mahalleler... Etraftakilere karşı verilen tepkiler, bakışlar, ses vurguları, kelimelerin değişik söylenme şekilleri, hülasa tüm bu dağarcığa bağlı olarak oluşan kendine mahsus bir terbiyeden bahsediyorum.

Tanzimat ve Cumhuriyet ile birlikte bu terbiyeye ilişkin yargılar yeniden gözden geçirildi. Sinemanın ve radyonun ortaya çıkışıyla da heybede olan malzeme ortaya dökülmeye başladı. Topluma mal olmuş sözlü kıssalar, âşık hikâyeleri, orta oyunundan, tuluattan kalan seslenmeler, ilahiler, yanık türküler, çocukken izlediğim Trt programlarından, Yeşilçam filmlerinden denk geldiğim bu derin kültürün bir o kadarına da ev içlerinden mahalleye taşan kadınların sohbetlerinde, etraflarına göz kulak olmayı kendine vazife edinmiş ihtiyarların nasihatlerinde, sokak aralarında vakit geçiren gençlerin jargonunda da denk gelirdim.

GELENEKLER VE ŞEHİR

Birinci Adapazarı’nın taşıdığı bu geleneklerin fiziki tezahürlerinin ne olduğunu çocuk aklımla dahi ayırt edebilirdim. Birisi geleneklerimiz dediği vakit bunun Yeni Cami’nin mihrabını süsleyen Kütahya çinileriyle ilgili olduğunu, orada ortaya çıkan kendine has atmosferin duygusu bana bunu hissettirdiği için bilirdim. Kandil gecelerinde yükselen segâh salatı ümmiyelerin söylendiği makamlar, müellifi Itri’nin içinde yaşadığı dünyayı sezgisel olarak çağrıştırdığı için bilirdim. Herkes bayramlara büyük heyecanla hazırlandığı için, biz de bu heyecanı muhakkak yaşayalım diye var güçleriyle bizi mutlu etmeye çalıştıkları için, annânemin törensel hazırlıklarla sardığı asma yapraklarının ellerine sinen kokusu bana hatırlattığı için, tanıdığım ve her vakit onlara saygı duymam gerektiği bana hissettirilen yaşlıların büyük bir özenle bu göreneklere riayet etmeye çalışmaları benim dikkatimi çektiği için bilirdim.

Ekran Resmi 2024 09 10 09.21.05

Cumhuriyet öncesi Adapazarı'nın postane, adliye gibi resmi binalarının bulunduğu hükümet caddesi. Arkada görülen fenerli bina da Hükümet Konağıdır.

Çocukluğumda ana caddelerin hemen bir arka sokağında varlığını sürdüren bahçeli ahşap evlerin içinde yaşanan bu hayat Osmanlı’ya, ortaçağa hatta antik çağlara doğru giden tarım toplumunun izlerini ve kültürünü üzerinde taşıyan bir hayattır. Modernizmin tek tipleştiren dayatmalarına rağmen; geleneksel konut anlayışımızın devamı olan bu evlerin ve onları bütünleyen mahallelerin varlığı, Adapazarı’nda Osmanlı toplum düzeninden kalan etnik çeşitliliğin muhafaza edebilmesinin ve bu zengin kimliklere ait kültürün aktarımının gerçekleşmiş olabilmesinin de en mühim sebeplerindendi,  eğer bu mahallelere doğru uzanma, oralara temas etme adabına haizseniz halen daha öyledir.

O vakitler bir yerde de sanki eski insanlardan gelecek anlatıları karşılama usullerine hazırdık. O an geldiğinde kulağımıza çalınan bir türküyle kendimize ait esas romanın dünyasına geri dönmeye de hayret etmezdik. Bu açıdan annânemin bana anlattığı masalların dünyası benim için birinci Adapazarı’nın en hakiki temsiliydi. Onun için ise masallar ve televizyonda izlediği Yeşilçam filmleri geçmişte bıraktığı yaşantısına ait olan görgü kurallarının, ahlak anlayışının yerine koyabileceği dünyevi sığınaklardı.

MODERNİZM GELENEKLERE KARŞI

Ben ne kadar, hayatımın değişmeden duracaklarmış gibi duran parçaları olarak onları düşünsem de birinci Adapazarı’na ait olan şahıslar, onların konuştukları dil, yaşadıkları evler, sahip oldukları bütün bir kültür modern zamanların cenderesindeydi. Zamanın daralan makasında hayatımızdan yavaş yavaş silinen bir mahiyetleri vardı. Çeşitli sanatlarla, maddi âleme sirayet eden tarafları mevcut olsa da bunları muhafaza etme bilinci de yetkin değildi. Sosyete değiştikçe, devrin umumi moda anlayışına göre eskimiş olan bir masa saatini, bir kahve değirmenini saklama ihtiyacı duyulmuyordu. Kimse evlerini tığ işleriyle dekore etmek istemiyor, çeyizlik diye hazırlanan bu öteberi sandıklarda güvelerle beraber yaşıyorlardı. Yeni nesiller ninelerinin o eski esvaplarını üzerlerinde taşımaktan imtina ediyorlardı.

Zaten Birinci Adapazarı’na ait o vakitlerde de standartların düzeni değil, düzensizliğin kendine mahsus bir dili vardı. Zamanla burnumuzda tüten o canlı dünyadan takvimin yaprakları değiştikçe yeni nesillerle, kalkan cenazelerle, yaşanan depremlerle geriye kalanların azalmış olmasının sebebi bunların kayıt altına alınmasına dikkat edilmemiş olması ile ilgili gibi görünse dahi bu husus bile bizi kendi içinde başka bir paradoksa ulaştırır. Çünkü bir taraftan da kayıt altına alma zorunluluğu hissedilmesi zaten yaşanan anı yıkmak üzerine kurulu standartların dayattığı bir reflekstir. Oysa benim bildiğim Adapazarı’nın eskileri kaydetmeye değil yaşamaya bakarlardı. Atalarımız yaşanılanlar üzerine yazmak bunları kayda geçirmek hususunda hiçbir vakit mahir olmamışlardı. Bu alanlarda bizim kültürümüzde oldukça nadir örneklere rastlayabiliriz. Bireyin yaşamını gösterir hatıralara ve sosyal hadiseleri anlatan düz yazılara denk gelemememiz de bu minvaldendir. Bireysel duygu ve düşünceleri geleneğimizde üzerinde en yoğun olarak şiirimiz ve türkülerimiz taşırlar. Elbette bunlar da yapıları itibarı ile kapalı ve istiareli bir anlatım üzerine kurulu anlatılardır.

Birinci Adapazarı âlemi için standartların baskısından sıyrılarak irticalen kendini inşa eden bir estetik dilden bahsetmek pekâlâ mümkündür. Buna rağmen ruhun talep ettiği arzuların karşılığını hiç beklenmedik anlarda ortaya çıkarmayı becerebilen bu sezgisel yapı içerisinde umumiyetle tam tersine bir manzara da birlikte bulunurdu. Bu itibar ile gerektiği vakitlerde ortalama bir zevkin beklentisini karşılayabilecek belirişler dahi kimi zaman meydana çıkarılamazdı. Formülü bilinmeyen bir tarifi herkes kendi usulünce pişirmeye çalışır, bu basit tarifin tatbikinin bile net sonuçları olmaması vasat bir beklentiyi yaygınlaştırırdı. Çok kültürlülükten beslenen ve dünyevi organizyonlardan uzak bu var oluşun akisleri bir heyula karmaşası içerisinde hayat bulur, muayyen bir sesin ortaya çıkabilmesine de mani olurdu.

Kendisini ayakta tutan terkibin tüm karışıklığına rağmen birinci Adapazarı; tarifi zor olan o muğlak lezzetini damağımızda bırakırdı. Asi, uçucu, ancak kırk yıl hatrı olan bir tarifti bu. Kimi zaman kaba bazense öylesine müşfik, yumuşak huylu ve kalender… Uhreviliğin bir parçası gibi yaşanan dünya hayatının, bir yolcu gibi hissetmenin, geçerken uğramış olmanın rastlantısallığının nameleriydi tüm bu olup bitenler. Evvel Batılılaşma hareketleri (Tanzimat, Meşrutiyet) ardından da Cumhuriyet ideolojisi hiç şüphesiz bu rastlantısallıklara karşı bir savaş açtı ve bunların yerine bir türlü alışamadığımız standartları koymaya çalıştı. Bir sonraki yazıda bu kaynaklardan beslenen İkinci Adapazarı’nın nasıl ortaya çıktığından bahsedeceğim.