Fahri Tuna

 

Evet; kırk yıldır, çizgileriyle şiirler yazan bir ağabeyimden söz edeceğim: Çizer Osman Suroğlu.

Tunceli Pertek’te on dört köyünü de kaybedip komşu vilayet Elazığ’da yeni açılan Şeker Fabrikası’na bekçi olarak giren Suruşağı Âşiretinin reisi, gerçek Züğürt Ağa Baki Suroğlu’nun üçüncü erkek çocuğu olarak doğar, büyür. Şeker gibi adamlığında, Şeker Fabrikalı yıllarının etkisi var mıdır? Neden olmasın. 

Elazığ’da mühendislik fakültesi öğrencisidir ya Osman Ağabey, bir yandan da karikatürler çizmektedir. Biraz cesaretini toplayıp Gırgır’a gönderir, Oğuz Aral’dan bir not yayımlanır dergide: İstanbul’a geldiğinizde uğrayın. Osman Suroğlu, ilk fırsatta İstanbul’a gelir ve ilk durağı Gırgır Dergisi olur, Oğuz Aral büyük ilgi gösterir, çizgin güzel ama tekniğin yetersiz, der, bir yığın öğütle bir dizi malzeme hediye eder ve ekler: Çiz ve yarın bana getir! Ertesi gün Suroğlu tekrar Gırgır’dadır:         5 lira telif ücretiyle birlikte artık karikatürleri her sayı Gırgır’dadır... Sonra birçok dergi ve gazetede.

Ulusal ve uluslararası ödüllerinin sayısı altmışın üzerindedir: Casino Beringen Uluslararası Karikatür Yarışması Birincilik Ödülü (Belçika-1993), Yomiuri Karikatür Yarışması Şeref Madalyası (Japonya-1996), World Fastest Clown Yarışması’nda Mansiyon (ABD-2001) ve Cestne Uznanie Karikatür Yarışması Üçüncülük Ödülü ve Mansiyon (Ukrayna-2003), bunlardan sadece bazıları.

Karikatür kadar stilize hat, grafik resimle de ilgilidir.

Her türlü haksızlığa karşıdır: Sık kullandığı kelimeler: Haklısın, hakkını veremedim, kusura bakmayın ve hakkını helal et.

Mühendistir amma hesaptan, paradan puldan hiç anlamaz; duru ve saf kalabilmesini buna borçlu olmalı.

Konuşma özürlüdür; bir panelde on beş dakikalık konuşma hakkını tek cümleyle kullanmıştır: Ben konuşamam çizerim, ama korkmayın yaz çizmem!

Sanatı hep başının üzerinde tuttuğundan, belden aşağıya çizmedi.

2001 Ocak ayından itibaren on bir yıl - yüz otuz iki sayı bir grup arkadaş birlikte yayımladığımız Irmak Dergisi’nde tek olumsuz hareketine rastlanmamış; aksine her defasında ürününü ilk getiren ve eksikleri hep kapatan o olmuştur: Onunla çalışmak, onunla dost olmak, onunla yakın olmak Allah’ın bir lutfudur; ne bir kapris bilir, ne bir savsaklama yapar, ne bir atlatmada bulunur, ne bir dalavere çevirir.

Protokol ve prosedür nedir bilmez; herkese ve her keseye aynıdır! Özü, sözü, gözü ve çizgisi bir adamdır Suroğlu. Çizgisiyle konuşan, çizgisiyle yaşayan adam!

Sevgi ile sanatı aynı çizgide buluşturan bir adamdır Osman Suroğlu. Fazlası var eksiği yok bu sözümün. Öyle böyle değil; gerçekten tanıyorum ve gerçekten sevgi fedaisi bir adam.

Onun karikatürlerinde Elazığ yok; Adapazarı yok; Marmara yok; Türkiye yok;  21. Yüzyıl yok. Onun eserlerinde zaman ve mekân neredeyse hiç yok: Peki ne var? Hep bir insan var; daima insan var, mütemadiyen insan var.

Sorarım arada sırada: Var mı yeni ödül ağabey? Hafif kızaran yüz, mahcup bir sesle cevap verir: Uganda’dan bir mansiyon geldi geçen hafta veya bir eserim Romanya’da şeref madalyasına lâyık bulundu. Mübalağa yapmıyorum. Bunlar aynıyla vakidir.

Kişisel sergi sayısı kırkı geçmiştir ömrü hayatında. Ama onu en çok mutlu eden sergisi, 2015’te Filistin Ramallah’ta açtığı Çizgilerle Kardeşlik’tir hiç kuşkusuz. Ömrü dostluk kardeşlik sevgi tohumları ekmek ve onları yeşertmek çabasıyla geçmiş bir çizer için, İslâm Âleminin en trajik, en dramatik, en kan damlayan ülkesi Filistin’de kardeşlik çağrısı yapmaktan büyük mutluluk, bundan büyük onur, bundan büyük gurur olabilir mi.    

Unutmadan: Az konuşan ama çok gülen adamdır o. Kaliteli espri görmesin, üç gün üç gece değil ama inanın üç dakika keyifle güler. Gülmenin yakıştığı adamlardandır zira.

Yine bir ziyaretimde kulaklarının rahatsızlığından yakınıyordu, bedbin bir yüz ifadesiyle: Fahri Kardeş (bütün dostlarına, isimlerine kardeş kelimesini ekleyerek hitap eder), kulaklarımdan rahatsızım maalesef, doktora gittim birçok iğne ilaç verdi. Kontratağa geçtim hemen: Kendi hatandan ağabey, sen kendin ettin kulaklarını böyle. Az bile sana’ Şaşırmıştı. Nasıl yani? diyebildi. Merakla sözlerimin devamını bekliyordu, ettim: Bir ömür sustun, konuşmadın. Hep dinledin. Hep kulaklarını kullandın. Onlar da çok ve hor kullanılmaktan sonunda böyle hasta oldular işte… Hilafsız beş dakika güldü. Çok mutlu oldu. Hastalığını da unuttu gitti. Şimdilerde ne zaman, kulakların nasıl ağabey? diyecek olsam, muzip bakışlarıyla iyi iyi şükür sözü ve altmış saniyeden az sürmeyen kahkasıyla karşılaşıyorum.   

… 

Çok yolculuklar yaptık onunla. Mardin, Çankırı, Edirne, İstanbul, Malatya, Bolu, Şanlıurfa. Son bir yılda sadece, on altı kez Van’a aynı uçakla birlikte gittik geldik, her gidişimizde ikişer gün, liseli ve üniversiteli gençlere birlikte yazarlık çizerlik dersleri verdik; aynı araçlarla gittik geldik, aynı sofralarda yemekler yedik. Altı şair yazar çizer, eşlerimizi de alarak, Van, Ağrı, Bitlis, Muş… Bir hafta süreyle birlikte geziler yaptık. Her projemde daima yanımda yer aldı. Kaprissizce. Hep çoğalan, çoğaltan oldu; eksilten azaltan olmadı hiç. Hakkını ödeyemem.

Yüzlerce güzel hatıramız var Osman Abi ile. İzninizle birkaçını gün yüzüne çıkartayım:

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, şehrimize resmi ziyarette bulunuyordu. 2009 Ocak ayı. Mühendislik Fakültesinden öğrencileri olarak, kendisine özel bir hediye takdim etmek istedik. Tabii ki organizasyonun sorumluluğu bendeydi. Bilenler iyi bilir, son dakikacıyımdır, bin bir işle uğraşınca insan biraz öyle oluyor belki, belki mizaç; hediyemiz orijinal, özgün bir şey olsun, istedim. Osman Ağabeye gittim, selâm verdim, ‘böyleyken böyle, hocamıza bir hediye’ deyip ellerine sarıldım. Olmaz Fahri Kardeş, çizgi dediğin şey, bir haftadan aşağı çıkmaz, en az üç gün lâzım, diye cevapladı. Ben Suroğlu’nu iyi tanıyordum. Başarırdı o. O kadarını bilmem, üç saat vaktimiz var ağabey, deyip müsaade istedim, onun mümkün değil kardeşim, affet beni, hakkını veremem, sözleri arkamdan yankılana dursun, çıktım. Bir saat kadar geçti geçmedi, telefonum çaldı. Hakkını veremedim ama bir şeyler çizdim, alabilir, çerçeveletebilirsin kardeş, müjdesini verdi. Koştum hemen. Biliyordum, çizecekti, çizerdi, çizmeliydi, hem de şahane, ödüllük bir eser. Öyle de oldu.

Cumhurbaşkanımız da çok mutlu oldu, akşama takdim ettiğimizde. Baktı baktı iyice. Zira Cumhurbaşkanı olarak her gittiği ilde ‘sepet sepet yumurta’, yerel bir sürü zerzevat, beşinci sınıf fotoğraflar, halı kilim, tencere tabak türünden şeyler almaktan bıkmış olmalıydı; bir sanat eseri vardı karşısında, üstelik tabloda kendisinin de olduğu. Arkadaşlarımıza ve çizeri Osman Suroğlu’na mahsus selâm ve teşekkürlerini göndermişti.

İşte Osman Suroğlu buydu. Kısa zamanda büyük işler başaran çizerimizdi o bizim.

Bir gün yine onun sanat ofisine gitmiştim. Büyük ağabeyi Gürbüz Suroğlu ile oturuyorlardı. Hoş beş ettik. O sırada Edirne’de Vali Danışmanıydım. Söz döndü dolaştı Edirne’nin nefis köftesine geldi. (Benim olduğum ortamlarda lezzet konusuna dokunmadan sohbet itmam olmaz zira.) Osman Suroğlu, Gürbüz Abi, rahmetli annem çok güzel bir köfte yapardı, lezzetinden parmaklarımızı yerdik, hatırlıyor musun? diye sordu. Ortalığı birden bire bir kahkaha tufanı kapladı. Ben şaşkınım tabii ki. Hele adı abi, adı, deyince Osman Abi, iş büyüdü, kahkaha tufanı, Nuh tufanına dönüştü. Üstelik bana baka baka gülmeye başladılar. Gizledikleri bir şeyler vardı, belli ki. Çok ısrar edince öğrendim: O…u Köftesi’ymiş adı.

Aradan ben diyeyim on, siz deyin sekiz yıl geçti. Tarihi Şehirler Sempozyumunda bildiri sunmak için iki günlüğüne Elazığ’a gidecektim. Giderken, bir isteğin var mı Abi? Diye Osman Abi’ye de haber verdim. Selâm gönderdi. Elazığ’da yaşayan emekli Mimar Gürol Abisiyle emekli Matematik öğretmeni kız kardeşi Güngör Hocaya telefon etmiş, yakın dostum Fahri Tuna geliyor, ağırlayın lütfen, diye. İner inmez ağabeyi telefonla evlerine davet etti beni. Vakit yoktu, eve icabet edemedim. Zahmet edip, iki kardeş, Sempozyumun açılış oturumuna iştirak ettiler, sırf bana hoş geldin demek için. Beş yüz kişilik salon dopdoluydu. Buluştuk. O sırada resmi açılış ha başladı ha başlayacak, birkaç dakika var. Laflıyoruz. Dedim ki onlara, Osman Abi, büyük abinize sormuştu bir vakitler, Abi, rahmetli annemin yaptığı meşhur köfteyi hatırlıyor musun diye. Bu kez Elazığ’daki kardeşlere ben sordum: Sahi ne köftesiydi o? Birden salonda iki kişilik bir kahkaha daha koptu. Herkes bize döndü, bakmaya başladı, neşemize hayran kalarak. Biz Osman Suroğluseverler olarak, gözlerimizle mutabakat sağladık, o köftenin adında ve sanında.

… 

Osman Suroğlu, namaz konusunda olağanüstü titizdir. Abdestine, vaktine, kıblesine, mekânına. Malum uzun yolculuklarda bu titizlik, çoğu kez işkenceye dönüşüyor.

Bir Van yolculuğumuzda, belki sekizinci, belki dokuzuncu gidişimizde, Osman Abi, bu sıkıntısından söz etti bana. Kolayı var ağabey, İslâm kolaylık dinidir zira. Biliyorsun, ben de senin gibi beş vakit namazında biriyim. O konularda şöyle şöyle yapıyorum, dedim. Dışarıda yağmur yağıyordu, bulutlar kapkaraydı. Osman Abi’nin yüzünde birden bahar gülleri açtı. Hay Allah Razı olsun senden Fahri Kardeş. Bilmiyordum. Beni çok rahatlattın, dedi.

Üç beş ay geçti geçmedi. Eşimle birlikte bir cemiyette karşılaştığımız Osman Abi, ona dönerek, Gülseren Hanım, bu Fahri Kardeşimden Allah gani gani razı olsun. Ben işkence çekiyormuşum senelerdir meğer. Bana dinin kolaylıklarını öğretti sağ olsun, dedi. Eşim Gülseren Hanım, Osman Abi, sen Fahri’yi fazla dinleme. O bütün kolaylıkları iyi bilir. Sakın sana namazı bıraktırmasın da, deyince bu kez bir kahkaha patlaması daha yaşadık hepimiz. Eşimin vurgusu, benim Melâmîmeşrepliğimeydi besbelli.    

Osman Suroğlu portresini, sanıyorum, 2003’te yazmıştım. Onun genel sanat yönetmeni, benim genel yayın yönetmeni olduğum, aylık Irmak dergimizde.

Dergiyi eve götürünce, eşi Makbule Ablamız da okumuş, merakla yazımı. Eşinin hakkındaki yazımı bir nefeste yudumlayan Makbule Suroğlu, şu sözleriyle, bana Eskader’den verilen, ‘2022 Yılın Portre Yazarı Ödülü’ kadar değerli, adeta bir madalya bağışlamıştı: Osman, ben senin yirmi beş senelik eşinim. Bu Fahri Tuna, vallahi seni benden daha iyi tanıyormuş. Helal olsun ona!

Sanıyorum, gözlemlerime övgüydü, Makbule Ablamızın sözleri.   

İtiraf ediyorum: Onunla çalışmak, onunla dost olmak, onunla yakın olmak “Allah’ın insanlara bir lutfu”dur; ne bir kapris bilir, ne bir savsaklama yapar, ne bir atlatmada bulunur, ne bir dalavere çevirir.

Özü, sözü, gözü ve çizgisi bir adamdır Suroğlu.

Çizgileriyle konuşan, çizgileriyle yaşayan, çizgileriyle dünyamızı zenginleştiren adam!

Çizgilerine sevgi katan, çizgileriyle muhabbet devşiren adamdır o. O bizim ‘sevgi mücahidimiz’dir hiç kuşkusuz. Serden geçmiş mücahit hem de.